İBRAHİM FAİK BAYAV

İBRAHİM FAİK BAYAV

17 Mart 2024 Pazar

Araf Suresi 40 ve 41: İkinci Bölüm: Deve İğne Deliğinden Geçer mi?

Araf Suresi 40 ve 41: İkinci Bölüm: Deve İğne Deliğinden Geçer mi?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İBRAHİM FAİK BAYAV

Araf Suresi 40’ıncı ayetin ikinci cümlesi:

”La tüfettehu lehüm ebvabü‘s-semai ve la yedhulüne el-cennete”.  Yani, ayetleri tekzip eden ve önemsiz görüp uzak duran kimselere göğün kapıları açılmaz, o kimseler cennete giremezler.

İfadeden şu anlaşılıyor: Dünyalık elde etmek hırsıyla, usul, kural tanımayan kişiler, bölgeyi bozup cehenneme çevirdiklerinde, orada yaşayamayacaklarını anlarlar; cennet benzeri sağlam ve düzgün  bölgeler ararlar.

Cennet gibi bir yeri bulduklarında… acaba, buldukları o yeri de cehenneme çevirmeye çalışırlar mı?.. Bilinmez…

Ayet ifadesinden çıkarılan anlam, şu soruyu zihne getirir: Cennet, o anda var mıdır?.. Var ise nerededir?..

Var ise de… bulundukları bölgenin bir yerinde cennet oluşacak ise de… bulundukları yeri bozanların oraya giremeyecekleri bu ifade ile belirtiliyor. Ayet cümlesinin kelimelerini irdeleyelim:

”Tüfettehu: تُفَتَّحُ Bu fiil kelime, doğal ve normal şartlarda açılabilirlik belirtir. ‘La tüfettehu’ لآ تُفَتَّحُ kelimesi, açılabilirlik şartının ortadan kalktığını gösterir.

Olumlu veya olumsuz hiç bir uygulama şart oluşmadan işletilmez.

Ebvabü‘s-semai: اَبْوابُ اَلسَّماءِ  Bu kelime, ‘göğün kapıları’ demektir. Mecaz olarak anlaşılabilir. Lakin bu kelime, bugün, uçakların göğe yükselecekleri havaalanlarını gösterir. Kapıların açılmayacak olması, uçakların havaalanlarından kalkamayacaklarının işareti olabilir. Peki ne olacaktır da uçaklar havaalanlarından kalkamayacaktır? Günümüzde, aşırı sis sebebiyle uçak kalkışına izin verilmiyor. O zaman geldiğinde, sis benzeri çok daha kötü bir olay, göğün kapısının açılmasına imkan vermez. Ayette ‘ğavaş’ kelimesi geçmişti. Ya da ummadıkları bir güç, o kimseleri, kural dışı icra ile bozdukları bölgede zorla tutacaktır. Kimbiliiirr!..

Araf Suresi ayet 40’ın üçüncü cümlesi:

”Hatta yelice el-cemelü fi semmi’l-hıyati”. Yani, küçük oyuklardan büyük nesneler geçebilinceye kadar cennete giremezler.

Mealcilerin  çoğu, ayetteki ‘cemel’ sözcüğünü Türkçeye ‘deve’ anlamında çevirmiş. Ayet cümlesine ”deve iğne deliğinden geçinceye kadar” şeklinde anlam vermişler. Bazı mealciler ‘cemel’ sözcüğünü Türkçeye ‘halat’ şeklinde çevirmiş. Ayetin anlamı, ”halat iğne deliğinden geçinceye kadar” biçiminde olmuş. Hamdi Yazır ise, orijinal mealinde ‘cemel’ sözcüğünü ‘cemel’ olarak bırakmış.

Demek ki Hamdi Yazır, cemel sözcüğünün deve veya halat olabileceğini ayetin icazına uygun bulmamış.

Ayetteki ‘Cemel’ sözcüğü ‘deve’ anlamında bilinirse, ”devenin iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler” ifadesi, ironiye döner. Bu ifade ile cennet arayan kimselerle alay edilmiş olur. Kur’an’ın üslubu ciddiyet dışına çıkmaz. Öyleyse bu ayet cümlesi, o zamanın insanlarının -edib olsalar bile- anlamayacağı bir sır taşıyor.

İleri zamanın insanı olan biz, bu sırrı bulamaz mıyız? Kelimeleri irdeleyelim:

‘Cemel’: اَلْجَمَلُ Bu sözcük, Arapça Türkçe lügatte, ‘deve’ olarak gösteriliyorsa da, bu ad, deveye, iriliğinden, büyüklüğünden, alımlı ve güzel görünümünden verilmiş. Bizde, alımlı, hoş ve güzel bazı kadınlar ‘ güzel’ sözcüğüyle anıldığı gibi… Demek ki CEMEL, ‘bir deve olabildiği gibi… büyüklüğüyle, genişliğiyle, uzunluğuyla güzel ve alımlı görünen her şey olabilir. Fabrikasından yeni çıkmış sıfır otomobil olabilir mesela.

‘Hıyat’: اَلْخِياطِ Bu sözcük lügatte elbise dikme aleti olarak gösterilmiş. Yani iğne veya ona benzeyen şey. ‘Semm’ سَمِّ delik demek olduğundan, ‘Semmi’l-hıyat’ سَمِّ الْخِياطِ kelimesine iğnenin deliği denmiş. Lakin hıyatın işlevi ‘haytan’ خَيْطًا fiil mastarından oluşuyor. Bu mastar, hızlıca gelip geçme hareketi yaptırıp, geçirdiğini bir yerde şerit halinde biriktirir. Mesela, masuradaki ipliğin dikiş makinesi iğnesinden hızlıca geçip bir kumaş üzerinde dizilmesi gibi.

Günümüzde dakikalarca süren güzel bir ses, mikrofonun küçük deliğinden giriyor, bant ya da disk üzerinde diziliyor.

Güzel bir doğa manzarası, kameranın küçük deliğinden geçip filim şeritinde kare kare, ard ardına diziliyor. Doğa manzarasının başka şehirde veya başka ülkede aynı hareketleriyle ortaya çıkması ve izlenmesi mümkün oluyor.

Deve büyüklüğünde meydana getirilmiş nesnelerin küçük delikten geçip bir yerde dizilebilecekleri mümkün olmaz mı acaba?

İbrahim Faik Bayav

(16.03.2024 09:15)

Devamını Oku

Araf Suresi 40 ve 41: Birinci Bölüm: Mücrimler Kimlerdir?

Araf Suresi 40 ve 41: Birinci Bölüm: Mücrimler Kimlerdir?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İBRAHİM FAİK BAYAV

Araf Suresi’nin 40’ncı ayeti ilginç konuya giriyor. İlginç konu ikinci bölümde tevil edilecek.

Araf Suresi 40. Birinci cümle:

”İnne’l-lezine kezzebü bi ayatina ve istekberu anha”. Yani, ayetleri tekzip edenler ve önemsiz görüp ayet uyarısından uzak duranlar…

Bu cümle, otuzyedinci ayette, ashabü’n-nar denen savaş oluşturucuları için kurulmuş. Bu ayette, ‘mücrimler’ için kurulu. Ayetin kelimelerini irdeleyelim:

Mücrimin; اَلْمُجْرِمينَ Türkçe’de kullanılan şekliyle cürüm işleyenler demektir.

Cürüm; Birbiriyle bağlı olan iki şeyin bağlantısını kesme olayıdır. Yünü koyundan kesip ayırmak… meyveyi ağacından çekip ayırmak gibi. Fakat hukuk diline geçtiğinde ‘cürüm’, yasaklanmış hareketi yaparak insanı bulunduğu düzenden, sağlıktan, eğitimden, sanattan, hatta hayattan kesip ayırmak oluyor. ‘Mücrimin’ kelimesi, yasaklanan davranışları gösteren kimseleri tanımlar.

‘Ayatina’ آياتِنا kelimesi, yapılması ve yapılmaması gereken kuralları tanımlar. Kitaplaştırılmış ve kamuya sunulmuştur. En üst merciden alt birimlere kadar herkesin yasaklanmış davranışlardan kaçınması, sorumluluk gerektiren davranışları göstermesi gerekir.

Tekzib,  toplumda ya da ülkede etkin kişilerce, kamuya sunulan ilmi hakikatleri çürütme veya işlevsiz yapma hareketidir. Menfaatperest zihniyet, ilmi hakikat diye bir şey kabul etmez. Dünyalık elde etme hırsı, çevreyi veya bölgeyi bozmayı hedefler. insanların ve diğer canlıların telefi, tekzip hareketinin neticesi olarak ortaya çıkar.

El-lezine kezzebü, اَلَّذينَ كَذَّبوا şeklinde tanımlananlar, kural üzere icra etmeyi ret edenlerdir; Kendilerine engel olunduğunda, engel olanları ya da olmak isteyenleri saf dışına atmayı becerirler. Yönetimdekileri etkilerler; gerekirse, bir yerde terör oluşturup, yönetimdekileri kural işletemez duruma getirirler. Yönetimdekiler, kural dışılığı bilerek onaylarlarsa onların yandaşları olurlar.

Soru: O zaman o şehir veya bölge, nasıl bir yer olur?..

Cevap: Kırkbirinci ayette anlatıldığı gibi olur. Bakalım:

”Lehüm min cehenneme mihadün ve min fevkıhim ğavaşin”. Yani, onlara bulundukları yer cehennemden bir yer olmuştur; üstlerindeki ğavaştan etkilenirler.

Tüm mealler, ‘ğavaş’ sözcüğüne ‘örtü’ ya da ‘cehennem örtüsü’ anlamı vermişler. Bu anlam, mecaz anlam olur; yaşanılan yerin bilinemeyecek kadar kötü olacağını belirtir.

Bir zamanlar İstanbul’da evlerdeki kömür yakıtı sebebiyle hava kirliliği oluşmuştu. Evlerin ve fabrikaların bacalarından çıkan dumanlar, gökyüzünü görünmez yapıyordu. Basık yerleşim alanlarında nefes almak zor idi. Doğalgazın yakıt olarak kullanılmasıyla o devir geçti. Lakin anlayışsızlar yüzünden ormanların villa ve köşk için katledilmesi, tarım alanlarının beton yığınına döndürülmesi, hem susuzluğa hem ısı artışına sebep oluyor.

Günümüzde İKLİM KRİZİ denen şey, dünya gündemini meşgul ediyor. Medeni ülkelerde, kirizin önüne geçmek için kurallar oluşturuluyor, yeryüzünün ve atmosferin korunmasına yönelik projeler hazırlanıyor.

Neticeye ulaşılır mı?

Anlayışsızlar ikna edilir, kural çerçevesinde tutulabilirse neticeye ulaşılır.

‘Ğavaş’ غَواشٍ kelimesi, Arapça’da ‘guaj’ olarak gösterilmiş. Yani, zamklı yapışkan boya.

Ayette zikredilen ĞAVAŞ, yaşanılan yerin üstünü kaplayacak ise, bu, kömür yakıtının oluşturduğu kirlilikten çok daha berbat bir şey olmalıdır. O zaman geldiğinde CEHENNEM ortamı oluşacaktır. İşte o zaman, bozulan şehir veya bölge insanları (başta ‘zalim’ sfatıyla anılan tekzipçiler) cennet arayışına girerler. Bulacaklardır mutlaka. Bulacaklar da ne yapacaklar? Zıplayıp oraya mı girecekler? Cevabı ikinci bölümde.

İbrahim Faik Bayav

(04.03.2024 09:30)

Devamını Oku

Araf Suresi Ayet 39:  Zalim Yandaşlarına Azap Ne Kadar Gelir?

Araf Suresi Ayet 39:  Zalim Yandaşlarına Azap Ne Kadar Gelir?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İBRAHİM FAİK BAYAV

Araf Suresi’nin 38’nci ayetinde yalan ve hile ile zulüm icra edenlerin ve onların yandaşlarının akıbetleri konu edildi. Akıbetleri safhasında gelişen olay 38’nci ayetin son cümlesinde dikkate veriliyor.

Dördüncü bölüm olarak bakalım:

Son cümle şu: ”Kalet uhrahüm li ülahüm; Rabbena haülai edallüna. Fe atihim azaben zıafen minennar”. Yani, o zaman geldiğinde, ashabü’n-nar tanımıyla anılan savaş çıkarıcı zalimlere sonradan yandaş olanlar, kendilerini yandaş edenler için, ”Rabbimiz!..” diyerek sızlanmaya başlarlar… ”Bunlar var ya bunlar!.. Bizi şaşırttılar; Onlara ateşten azabı fazlasıyla ver”, derler.

O zaman geldiğinde, zalime sonradan yandaş olacak kimseler, gruplar, cemaatler… Bu anılanlar, acaba ‘reis’ ya da ”dünya lideri” diye anılan ya da anılacak kişinin dağıttığı ulüfe veya makam vaadi ile mi şaşırtılacaklar? Yoksa son safhada da ”ALDATILDIK” yalanını mı söyleyecekler?

‘Edallüna’ kelimesinin taşıdığı anlam, bazı şeylerin bilinmesini gerektiriyor:

‘İdlal’ اضْلالًا fiil masdarı, meşru gidilen yolda, gideni saptırma ve yol dışına itme hareketini yaptırır. Sonraki grup veye cemaat, önceki grup veya cemaatın, kendilerini saptırdığını söyleyecekse, bu, bir millet içinde, o ana kadar hukuki düzen bulunduğunu ima eder. Sakinlik vardır. Ama bazı şeyler gaflet ile unutulmuştur. Şaşırtıldıklarını veya kandırıldıklarını, içinden çıkamayacakları belaya düştüklerinde anlarlar. Konu sonraki ayette devam ediyor:

Araf Suresi 39: ”Ve kalet ülahüm li uhrahüm; fe ma kane leküm aleyna min fazlin. Fe züku el-azabe bi ma küntüm teksibün”. Yani, zalime ilk yandaş olanlar, sonradan yandaş olanların sızlanmalarına itiraz ederler ve şöyle demiş olurlar: ”Bize yandaş oldunuz ama, sizden bizim verlığımıza bir değer, bir üstünlük katılmadı. Göreceğiniz azap yaptıklarınız sebebiyle gerçekleşecek. Tadın azabı”.

Şu anlaşılıyor: Demek ki ilk yandaşlar neyin ne olduğunu ve ne olacağını bilerek Ashabü’n-nar denen zalimlerle beraber ateş (savaş ya da isyan) ortamına girecekler. İnançları, Rabb’e diklenmeyi ve onun tavsiye ve kurallarını ret etmeyi gerektiriyor. Sonrakilerin ateş çıkaranlara dahil olması ise. ”bi ma küntüm teksibün” kelimesinin işaretiyle, -belki de-, daha azla dünyalık elde etme arzularından.

Günümüzde olaylara dikkatli bakanlar, bunun küçük örneklerini görebilirler.

Olay anında ”Rabbena!..” diye sızlanan yandaşların… ya da müttefiklerin… kimi, hangi gücü ‘rabb’ bildikleri merak edilir.

38’nci ayetteki son cümle ile önceki ve sonraki ateş yandaşlarına verilecek hüküm belirtilmiş oluyor: ”Kale li küllin zıaün velakin la talemün”. Yani, o zaman geldiğinde onlara şu denmiş olacak: Hepiniz için azap fazlasıyladır. İşte onu bilmiyorsunuz”.

Vah.. Yazııık o grup ve cemaatlere!..

Hak olanı ret eden, kural dışında icra eden her fert ‘zalim’ sıfatını alır. Yönetimde iseler ‘tağut’ olurlar. Zulüm icrasında bulunan grup, cemaat veya kurum, uygulamalarının sonucunda ne kadar azap geleceğini bilemezler. Önce kendileri batarlar; batarken bölgeye ve ülkeye zarar verirler.

Soru: Azabın kendisi ve fazlası nasıl bir şeydir?

Bu sorunun cevabını gelecek zamanın yandaşları bilemeyeceğine göre, bu zamanda yaşayan biz de  bilemiyoruz. O zamanın azabının bu güne kadarki duyduğumuz ve öğrendiğimiz azap şekillerine benzemeyeceğini tahmin ediyoruz.

‘Azap’ عَذابًا terimi, Arapça-Türkçe lügatte, nefse ağır gelen her şey olarak belirtiliyor. Mekke bölgesi baz alındığında, su ihtiyacının karşılanmadığı haller, ‘azap’ olarak kendini gösteriyormuş. Bir yerde hapis kalma da, havasız ve kötü ortamda zorla bulundurulma da azap olayının bir çeşidi. Yandaşlara azabın fazlasıyla tattırılması, azabın o zamandaki boyutunun şu zamanda tahminini .zorlaştırıyor.

Kandırılan yandaşların, kandıranlar için azabı minennar’ مِنَ النًارِ kelimesi gereği istemesi, ‘nar’ teriminin ‘savaş’ anlamı dışında başka bir oluşum için de kullanılabileceğini akla getirir. Çünkü ateş (nar), fiziki ateş olsa, bedeni yakar kül eder. Ateş, savaş anlamında olsa, sonuçta ölme ve öldürülme meydana gelir. Lakin ayette minennar’ (ateşten gelecek) şeklinde belirtilen azap, ölüm gelmeden önce görülecek azaptır. Belki de ferdin dayanamayarak ölüm isteyeceği azaptır.

Devamını Oku

Araf Suresi 38: Kıyamet Hicri 1566 (Miladi 2142) Yılında mı Kopacak?

Araf Suresi 38: Kıyamet Hicri 1566 (Miladi 2142) Yılında mı Kopacak?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İBRAHİM FAİK BAYAV

Araf Suresi’nin 37’nci ayetinde, ‘zalim’ teriminin tanımı yapıldı ve zalimlere, yaptıklarının karşılığını ‘kitap’ hükmüyle verecek olanlar konu edildi. 38’nci ayet, ileri zamanın insanlarına ve toplumlarına uyarıcı mesaj verirken aynı tip zalim icrasının, aynı neticeyi getireceğini hatırlatıyor. Ayeti dört bölüme ayırıp bakalım:

Birinci bölüm:

”Kale; üdhulü fi ümemin”. Yani, o zaman geldiğinde, o topluluklara, milletinize dahil olun, denilir”.

Ümem; اُمَمٍ Ümmet kelimesinin çoğuludur; Türkçedeki ‘milletler’ demektir. Bir devlet içinde çok üyeli cemaatler veya örgütler demek de olabiliyor.

‘Ümem’ terimi, ayette Hz. Muhammed’in yaşadığı zaman için kullanıldığından, o zamandaki ve o çevredeki kabileleri hatırlatır. Zamanımız için kullanıldığında, kurulmuş ve biraraya gelmiş devletleri kapsamına alır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan bir pakt içindeki devletler de, Birleşmiş Milletler içinde yer alan devletler de ‘ümem’ kapsamına girerler. ‘El ümemü’l-müttehide’ Birleşmiş Milletler anlamında kullanılıyor. (Mevlüt Sarı. Arapça Türkçe Lügat)

Ümem, bu ayette olumsuz anlamda kullanılmış. ‘Ümem’ terimi ile yalan ve iftira ile doğru olanı ret edenlere işaret edilmiş. Bu ayette ‘ashabü’n-nar’ yandaşları anlamındadır. Bunlar her coğrayada her ülke içinde bulunabilirler. Kargaşa, kaos veya savaş çıkarma heveslileridirler. Onların başında görünmeyen bir lider vardır. O lider ‘BAŞKAN’ veya ‘REİS’ diye anılabilir. Reis ya da başkan, yandaşlarıyla ya saltanat oluşturmuştur, ya da saltanatta yer almak için çabalıyordur.

Ayetteki ”üdhulü fi ümemin” emir kelimesi; yandaşların… yani hak hukuk bilmezlerin… ancak aynı tipteki kimselerle beraber olabileceklerini ima ediyor.

İkinci bölüm:

”Kad halet min kabliküm min el-cinni ve’l-insi fi’n-nar”. Yani, o zaman geldiğinde (yandaşlara, haktan hukuktan anlamayanlara) sizden önce ateşe girmiş cin ve ins topluluklarıyla beraber olun, denilir. Neden denilir?.. Çünkü kötü icra kötü netice getirecektir.

‘Nar’ نارِ sözcüğü 36’ncı ayette ‘savaş’ olarak açıklanmıştı. ‘Nevren’ fiil masdarı, bir çeşit parlamayı anlatmak için kulllanılıyor. Toplumda fitnenin çıkması ve yayılması anlamı da bu fiil masdarıyla oluşturuluyor. Parlama yapan nesneler bombalar ve dinamitlerdir. Anarşistlerin kullandığı molotof kokteyleri de parlama yapan araçlardır.

Resul uyarısını kabul etmeyen iktidar mensupları, istemeseler de savaş ortamına sürüklenirler. ‘fi’n-nar’ في النَّارِ kelimesi o ortamı işaret ediyor.  ‘El-cinni ve’l-ins’, اَلْجِنِّ وَالْاِنْسِ o ortamın görünen ve görünmeyen elemanlarıdır.

‘Min kabliküm’ kelimesindeki ‘küm’ zamiri, hangi zamanda, hangi coğrafyada, hangi devlet içinde yönetimi hukuk dışı icraya zorluyorsa, onları tanımlar. Ayetten anlaşılıyor ki, hukuksuzlar ve başıbozuklar, hukuksuzları ve başıbozukları taklit ediyorlar.

Üçüncü bölüm:

”Küllema dehalet ümmetün. Leanet uhteha”. Yani, ne zaman bir millet, bir cemaat ya da bir aşiret (ümmet), biri diğerine katılsa hepsi tek bir millet (ümmet) olur. Bu hüküm genel anlamda böyledir. Ayetin belirttiği olumsuz anlamda gerçekleştiğinde, her bir grup kendini oraya çeken yandaşına lanet eder. Meallerde ‘uhteha’ kelimesi ‘kardeş’, ‘yoldaş’ veya ‘yandaş’ olarak değişik şekilde belirtiliyor. Başka ad ile de anılabilirler. Mesela; ‘müttefik’…

1900’lü yıllara kadar, bir millet, baskın yaparak, genişleyerek diğer milletleri bünyesine alıyordu; tek millet oluyordu. Belki o şekilde imparatorluk oluşuyordu. Bu ayet kelimesinden anlaşılan,  ayrı çok milletin, inanç farklılığı gözetmeksizin bir araya geleceği, tek millet olacağıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Müslüman, katolik, protestan, anglikan, liberal, hatta yahudi inançlıların bir araya gelip NATO’yu oluşturdukları gibi. Ya da Müslümanların, Ortodoksların ve Komünistlerin oluşturduğu Varşova Paktı gibi. Bu milletler için kurallar belirtilimiş, bünyedeki her bir millete ya da devlete, kurallara uyma sorumluluğu getirilmiş.

Şu zamanda yeryüzünde bir kaç milletler topluluğu oluşmuş durumda. Her topluluğun yaşam şekli değişik olsa da tek millet politikasına uymak zorundalar.

Şu soru akla gelir: Hangi coğrayada hangi devlet hukuksuzluğu ve kuralsızlığı esas alıp ateş hazırlıyor?.. Hangi devletler hazırlanan ateşe tek tek girecekler?.. (Merak bu ya) Olay ne zaman gerçekleşecek?.. Birinin diğerini lanetlemesi nasıl olacak?

Her olayın oluşum öncesinde işaretleri belirir. İşaretlerin belirmediği bir zamanda isek, ‘cifir’ ilmiyle ayet kelimelerinin harfleri hesaplanabilir. Ortaya çıkan sayılar, düşünmemize sebep olabilir. Ayet kelimelerine bakalım:

Ümmetler birleştiğinde tek ümmet olurlar anlamındaki ”küllema dehalet ümmetün” كُلَّما دَخَلَتْ اُمَّةٌ kelimesi, 1566 sayısını veriyor. (Miladi 2142)

Birleşen milletler, birleştiklerine pişman olup yandaşına ya da müttefine lanet eder anlamındaki ”Leanet uhteha” لَعَنَت اُخْتَها kelimesi, 1557 sayısını veriyor. (Miladi 2133)

Sonucu getiren ”Hatta iza iddarekü fiha cemian” حَتّي اِذا اِدَّارَكوا فيها جَميعًا kelimesi ise 1571 sayısını veriyor. (Miladi 2146)

Devamını Oku

Araf Suresi 37: Zalim Kimdir? Zulmü Nasıl Durduruluyor?

Araf Suresi 37: Zalim Kimdir? Zulmü Nasıl Durduruluyor?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İBRAHİM FAİK BAYAV

36’ncı ayette, ‘ashabü’n-nar’ kelimesinin ne olduğu, kimleri kapsadığı ve ne sonuç vereceği açıklandı. Araf Suresi’nin 37’nci ayetinde ZALİM teriminin kapsamına girenler ve akıbetleri belirtiliyor. Ayeti bölümlere ayırıp bakalım:

Birinci Bölüm:

”Fe men azlemü min men iftira ala allahi kezibe ev kezzebe bi ayatihi” Yani, Allah üzerine iftira atan, onun ayetleriyle onu yalanlayandan daha zalim kim olabilir?”

Ayetten anlaşıldığına göre, yer yüzünde bu tip insanlardan daha zalimi olamıyor. Çünkü onların yaptıkları insanlığın bitimine yol açıyor.

Soru şu: ‘azlem’ sıfatı alan insanlarda ‘zalimlik’ nasıl oluşuyor?

Cevap: Hakkın hak yapılmamasıyla; olması gerekenin yerli yerinde tutulmamasıyla.

Cevap sanırım anlaşılmadı…

Öyle ise HAK teriminin ne demek olduğunun anlaşılması gerekiyor.

Hakk: حَقْقٌ Bu kelime Arapça-Türkçe lügatte sabit ve şüphe olmayan şey şeklinde belirtilmiş. Yani gerçeğin anlaşılır biçimde görünmesi ve bilinmesi. Bir işin doğru olması da HAKK kavramı içinde kalıyor. Fiil olarak belirtilirse kişi, hak kavramı içinde, işin hakikatini anlamıştır, olayın veya konunun gerçekliğini yakınen idrak edebilmiştir.

Belirlenen ve bilinen doğruya zıt davranma, kişinin ‘zalim’ olarak anılmasına yetiyor. Çünkü ya kendi şahsı, ya çevresi, zarar görecektir. Yönetimdekilerin doğruya değil de doğrunun zıddına davranmaları, toplumu ya da ülkeyi kötü sonuca götürecektir.

Azlem: اَظْلَمُ Bu kelime; Türkçemizdeki ‘çok kötü’, ‘fazla bozuk’, ‘en berbat’ benzeri bir sıfattır. Gerçeği görmek istemeyenleri ve olması gerekeni bilmek istemeyenleri ya da ülkenin yönetiminde hegemonya kuranları tanımlar.

‘Ayet’ teriminin, resullerce anlatılan doğru ve uygulanır bilgiler demek olduğu önceki yazıda açıklandı.

İkinci Bölüm:

Ülaike yenalühüm nasibühüm min’el-kitab”. Yani, o kimseler var ya o kimseler!… O kimseler, nasipleri kendilerine kitaptan gösterilecek kimselerdir.

Ayetteki ‘elkitap’, اَلْكِتابِ hükümler manzumesidir. Yazılıdır… Biliniyordur. Geçmişten o ana kadarki zaman içinde, doğrular ve yanlışlar, doğruların ve yanlışların sonuçları, kitabın içinde belirtilmiştir.

‘Nasib’ نَصيبُ terimi, bir şeyden alınan hissedir. Lakin (Arapça’da) insanlara kurulmuş tuzak da mecaz olarak- bu sözcük ile anlatılabiliyor (Mevlüt Sarı). Türkçeye aynı şekilde geçen ‘nasip’ sözcüğünün anlamı, ‘ulaşılan şey’ olarak belirtilmiş.  (D. Mehmet Doğan)

Fert, ‘nasıbe’ نَ صِ بَ fiiliyle kendini gösterirse, alışkanlığını meslek haline getirdiği anlaşılıyor. Ayetteki ”lehüm nasıbühüm” kelimesi, onların yani hegemonyacıların iftira ve tekzib hallerinin, zihin yapılarına uygun nasipleri demek oluyor.

Eğer fert, ‘nasube نَ صُ بَ fiiliyle kendini gösterirse, alışkanlığıyla aktif olacak, zarar verici davranışa girecektir. Bu alışkanlıkta olan kişiler gerekirse itiraz ettikleri kimselere baskı kurabilirler… susturabilirler… özgürlükleri engelleyebilirler. Fakat, belli bir vakte kadar…

Toplum düzeni için doğruları anlatarak uyaran kimseleri ‘tekzip’ ederek ve şahsiyetlerine ‘iftira’ ederek engelleyenler, bir yerde şaşıracaklardır… Çıkmaza gireceklerdir. Topluma ya da ülkeye zararları büyük olmuştur. Aleyhlerindeki hüküm, işte o zaman, var olan kitaba göre işleyecektir. Aksi hüküm yeni bir zulüm ortamını oluşturur. Toplum ya da ülke iflah olmaz.

Üçüncü Bölüm:

”Hatta iza caethüm rusülüna yeteveffevnehüm”. Yani, elçilerimiz geldiğinde, onlara hak ettikleri verilir.

Vurma, kırma, yıkma, yakma, öldürme ve soykırma olayları… bu olayları gerçekleştirenlerin tarihe yazılmış feci durumları… hatıra geliyor mu?

Ayetteki ‘hatta’ حَتّي edatından anlaşıldığına göre, Dünyanın her ülkesinde, her toplumunda, kötü uygulama, kötü sonuca ulaşıncaya kadardır. Resullerin fikir ve tavsiyelerine reddiye, toplumda mutlaka infialle karşılaşır. İnfial, baskı ve zulüm zeminini oluşturur. Artık halk sıkıntı çekiyorsa da hegemonya kurucularında rahatlık olmayacaktır.

Bu ayetteki ‘elçilerimiz’ kelimesi, zalimlerin zulmünü bitirmek için ortaya çıkanları tanımlar. Göründüklerinde sevilirler mi sevilmezler mi, bilinmez. Onlar, her bir hegemonyacının hakkı ne ise, onları o şekilde nasiplendirirler. (Tarih okuyanlar bilirler)

Dördüncü Bölüm:

”Kalü; eyne ma küntüm ted’uune min dünillahi”. Yani, elçiler, mükezziblere ve müfterilere ”destek aldığınız kimseler neredeler?” diye sorarlar.

Bu ifade, ‘azlem’ sıfatıyla tanımlananların, iftira ve tekzip hareketini, hariçteki bir gücün teşviki ile yaptıklarını ima ediyor. Örnek verilecekse; Türkiye’de zaman zaman kullanılan ”dış güçler” ifadesidir. Hariçteki güçler, (yani dış güç denenler) doğrunun zıddına hareket etmeleri için çok kişiyi yönlendirmiştir.

Beşinci Bölüm:

”Kalü, dallu anna, ve şehidü ala enfüsihim ennehüm kanü kafirin”. Yani, o kişiler de derler ki; ”bizden ayrıldılar”. Böylece kendilerinin kafirlerden olduklarına bizzat kendileri şahitlik ederler.

Burada, bu açıklamayla, ‘kafir’ كافِرٌ teriminin anlamı da belirtilmiş oldu: Kitaptaki yazılı hükmü gizlemeye çalışan… Hükmün tersine icra eden… beceremiyorsa hükmü bozmak ya da ortadan kaldırmak isteyen her kişi, ‘kafir’ sıfatıyla anılır.

Devamını Oku