ÖNCER ÜNLÜ (Başyazar)

ÖNCER ÜNLÜ (Başyazar)

21 Ağustos 2023 Pazartesi

” VANDALLAR!” Ömrümü bitirdiniz.

” VANDALLAR!” Ömrümü bitirdiniz.
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Eski kültür ve sanat anıtlarını yakıp yıkan, bunların değerini bilmeyen kişilere ve milletlere tarihte “Vandal ” denir. Yazımın başlığını ” kabalar, saygısızlar ya da saldırganlar vb.” kelimelerden biriyle  de kurabilirdim ama özellikle kurmadım. Evet iki günlük dünyada, iki kuruşluk mutluluğa artık sahip olamıyorum, her gün git gide içime kapanıyorum, mutsuzluğum artıyor. Evimden dışarıya adım atmak istemiyorum. Bu, “Vandallar” yüzünden.

Kaldırımda yürürken bunlar, otobüslerde, metroda bunlar, sinemada bunlar, maçta bunlar, asansörde bunlar, uçakta bunlar, trafikte bunlar, bankamatik kuyruklarında bunlar, kaldırımlarda bunlar, marketlerde bunlar… Aklınıza hayalinize gelebilecek her yerde bunlar. Kanser hücreleri gibi bunlardan kurtuluş ve kaçış yok. Düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum… Nasıl bunlardan kurtulurum diye ? Bulamıyorum. Bu gidişle de bulacağım yok. Herhalde ancak diğer tarafa gidersek kurtuluruz gibime geliyor.

Artık sizlerden gerçekten bıktım, bir bilseniz!

Her yerde her zaman vampirler gibi karşıma çıkıyorsunuz.

Otobüsle, trenle ve uçakla yolculuk yaptığımda hep siz!

Ya ayakkabılarınızı çıkartıp etrafa leş gibi koku yayıyorsunuz, ya da iki saatlik yolda koltuğunuzu iyice yatırıyorsunuz(gören aylardır uyumadığınızı sanır), ya da koltuğuma dizinizden itibaren arkadan var gücünüzle yükleniyorsunuz ki rahat oturamayayım diye sadistsiniz, illa ayak ya da dizinizi başkasının sırtına dayayıp taciz edeceksiniz.

Metrodan ineceğim; daha kapı açılır açılmaz içeriye hücum ediyorsunuz yer kapacaksınız ya. Beyinsizler size hiç öğretilmedi mi? İçerideki yolcu çıkmadan girilmeyeceği! Belediye otobüsüne ya da halk otobüsüne bineceğim herkes gibi bekliyorum. Gelen araca binmek için kolunuzla, omzunuzla insanı itekliyorsunuz, gözünüz açık ya! Benim gibiler de saf Anadolu çocuğu…

Toplu taşıma araçlarında arkalara kaçmaya çalışıyorum, geçmeme izin vermiyorsunuz. Arkaya kaçıyorum ama o da ne?

Yanımda ağzı leş gibi kokan biri nefesini veriyor. Ya da bir tanesi ayakkabıma basıyor. ” Hayrola” desem; pişmiş kelle gibi yüzüme bakıyorsun, utanmadan bir şey olmaz diyorsun. Bu arada bazılarınız da ağzını kapamadan hapşırıp duruyor. Bilinçli bir şekilde herkes şifayı kapsın diye sanırım.

Birde tabii bağıra çağıra telefon konuşmalarınız var. İnsanı verem ya da kanser yapacak türden. Otobüs ya da metroda, trende inene kadar, uçaklarda ise kalkışa kadar ve tekerlek piste değer değmez açılan telefonlar. Allah’ım sabır ver diyorum ama artık sabırda kalmadı. Kulağımın dibinden saçma sapan muhabbetler, araç  trafikte fren yapıyor ya da durağa yaklaşıyor bu vandallar düşecek bir yerlerini çarpacaklar ama hiç oralı değiller. Bazen Allah hepinizi bildiği gibi yapsın diyorum. A.B.D. başkanı Biden ya da Tayyip Erdoğan bile sizler kadar cep telefonları ellerinde bu kadar dünyayı kurtaracak boş muhabbetler yapmıyorlardır inanın.

Toplu taşıma aracı kırmızı ışıkta durur, önünde belki beş, altı tane araç vardır sanki onlar kör gibi yeşil ışık yandığında kornaya sonuna kadar abanır. O kornaya abanırsa diğeri boş durur mu? O da abanacak tabii…

Yollarda sağa sola yalpalayarak cep telefonları ile gezen yine siz vandallarsınız.

Arabanızı iki araçlık yere ya da duran başka bir arabanın arkasına getirip koyarsınız. Sonra çıkacak araba seni arar durur. Bulduğunda da insanın üzerine yürürsün delikanlısın ya! Kusur normal park edende değil mi? Sende değil.

Kültürel ve turistik yerlerde selfie çekeceksiniz dakikalarca oyalanıyorsunuz. Diğer insanlarda zavallı biçimde senin işinin bitmesini bekliyor ki kendileri de resim çektirebilsin.   Senin umurunda mı ?!

Asansöre binersiniz; utanmadan içine tükürürsünüz ya da sigara dumanına boğarsınız içini. Sizden sonra giren size sövsün diye mi yapıyorsunuz acaba?

Sinemaya gidiyorum yanımda sağımda, solumda, arkamda yine siz pislik vandallar. Şapur şupur mısır patlağı ye sonra geğir, bu arada cep tlf.nun çalar, film oynarken sen muhabbete başlarsın. O anda bende senin muhabbetine diye başlarım ve sayende filmden koparım.

Maça gidiyorum oturduğum koltuğun üzerinde ayakkabılarınız. Hiç umurunuzda mı? Nasıl olsa ikimiz de aynı takımı tutuyoruz, lafı mı olur!

Bankamatik kuyruğundayım sıra geliyor. Birden birisi arkadan omuzumun üzerinden kafasını sokuyor: ” Amca, para veriyor mu ?” Ya sabır de dur. Sanki hesabımıza ortak namussuzlar.

Lokantaya giderim, orada yine siz!

Ya kürdanla göstere göstere dişlerini karıştırıp dişinin arasından çıkan nesneyi yere tükürüyorsun ya da ellerini batıra batıra ağzından çenenden yağlar akıta akıta kebabını yiyorsun. Bu arada tabii masada bağırarak konuşmak da işin olmazsa olmazı. Ya da sandalyeni iyice açarsın ki arkandaki masada oturanlar sıkışsın diye.

Nerede olursan ol karşındakilere gözlerini dikip dakikalarca bakarsın. Karşı taraf sana baksa; ” Ne bakıyorsun Lan ” diyerek kavgaya başlarsın.

Cadde ya da işlek yol üzerindeki balkonundan aşağıya doğru halı ve kilimlerini silkelersin ki, insanlar gitsin evlerinde yıkansınlar diye. Yukarıdan aşağıya su dökersin, şişe fırlatırsın, sigaranın izmaritini atarsın. Ne de olsa balkon senin.

Lokantanın ya da pastanenin, cafenin sahibisin masalarınla tüm kaldırımı kapladığın yetmezmiş gibi servisçilerinin motorlarıyla da insanlara geçecek beş santimetre yol bırakmazsın.

Sizlerden bıktım, usandım artık.

Sizlerden kaçmak mümkünse hepinizi unutmak istiyorum. Acaba dağa kaçsam orda da beni bulur musunuz?

Eminim bulursunuz.

Artık siz küstahlar, saygısızlar, kabalar, zorbalar kısaca vandallar ; sizler bu saldırganlıkları içselleştirmişiniz artık. Geriye dönüşünüz yok.

Tek kurtuluşum evime bir an önce gitmek, zorda kalmadıkça da dışarıya çıkmamak. Bulduğum tek çözüm yolu bu.

İyi ki evimde yoksunuz.

 

 

 

Devamını Oku

Ali Koç ve Fenerbahçe taraftarına açık mektup

Ali Koç ve Fenerbahçe taraftarına açık mektup
1

BEĞENDİM

ABONE OL

DUAYEN HOCA’NIN KALEMİNDEN

ÖNCER ÜNLÜ – BAŞYAZAR

Uzun zamandır başkanımız Sayın Ali Koç’a ve büyük taraftarımıza yazmak istiyordum. Araya giren rahatsızlığım ve işlerimin yoğun oluşu bu yazıyı geciktirdi. Kısmet şimdiymiş.

Kendimi bildim bileli koyu fakat fanatik olmayan bir Fenerbahçe taraftarıyım. Bu takımın taraftarı olmaktan da çok mutluyum. Yeri geldik, sevindik, yeri geldi üzüldük, yeri geldi isyan ettik, yeri geldi sevinçten ağladık…

Rahmetli, efsane  spor yazarı ve büyüğümüz, Duayen kalemimiz İslam Çupi ağabeyimiz zamanında  bakın ne demiş :

” Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz.  Şampiyon olmak mümkün, Fenerbahçe olmak imkansız. Türkiye’de‚ Fenerbahçe Cumhuriyeti sağlıklı başarılı ve ilkse bu ülkede her şey mutlu ve huzurludur. ”

Avrupa ülkelerinin liglerinde de o ülke taraftarlarının hiç sevmediği, lanet okuduğu futbol kulüpleri vardır. Sadece bizde değil.

Örneğin, Almanya Bundesliga’da  ” Bayern München “, İngiltere’de “Chelsea ve M. United”, İtalya Serie A da “Juventus “, İspanya La Liga’da ” Barcelona” ve Fransa Lig 1 de  Paris S.Germain” sayılabilir. Fenerbahçe dahil bu sevilmeyen tüm takımların ortak özellikleri elit ve üst düzey olmalarıdır. Bu takımlar her sene liglerinde şampiyonluğa oynarlar. Şampiyon olsun ya da olmasınlar her maçları kapalı gişe oynar.

Türkiye’ye bakın. Fenerbahçe’nin gittiği Anadolu şehirlerine. O hafta bereket geliyor, esnafı, otelcisi, çerezcisi, dolmuşçusu, o şehirde yaşayan neredeyse her çeşit esnaf para kazanıyor. Üstelik tribündeki seyirciler bizlere bir dolu galiz küfürler savururken. Türkiye’de en çok küfür yiyen takım Fenerbahçe’mizdir. Ama en çok parayı da bizden kazanırsınız.

Ülkemizdeki her kulübün taraftarı her zaman şampiyonluk beklediği için ve başarı bununla ölçüldüğü için Galatasaraylılar her ağızlarını açtıklarında “en büyük biziz ” derler. Kedi uzanamadığı ete ; ” murdar ” dermiş ya; bunlarınki de o hesap .

Sayın Ali Koç,

Sizi ve ailenizi herkes tanıyor zaten bu nedenle kim olduğunuzu yeniden yazmaya, açıklamaya gerek yok.

Daha önce büyük başkanımız Aziz Yıldırım yönetiminde çalıştınız, sonra da 2018 yılındaki seçimde Türkiye’nin en büyük kulübüne başkan oldunuz. Yakında başkanlığınızın 5 yılı dolacak. Evet  kulüp için bu 5 yıl da sevaplarınızla, hatalarınızla, doğrularınızla, günahlarınızla çalıştınız, gecenizi gündüzünüze katarak. Bunlara şampiyon olmasak da saygı duyduk her zaman.

Buraya bana göre yaptığınız hatalarınızı yazacağım, keşke yapmasaydınız dediğim. Doğruları herkes söylüyor zaten önemli olan aklı başında taraftarların söyledikleri.

Tüm Türkiye’ye karabasan yaşatan  FETÖ denen şerefsiz ve vatan hainlerinin yüzünden kulübümüzün başına gelmeyen kalmadı. Büyük başkanımız Aziz Yıldırım aylarca gıkını çıkarmadan, tüm hastalıklarına rağmen içeride yattı. Kimseye biat etmedi ve ne dedi: ” Ne Fenerbahçe’si ! Ülke elden gidiyor.” Her takım taraftarı kendisine güldü, yalancı dedi, şikeci dedi, dedi de dedi…

Evet bizim takımımızı bu ülkede çoğunluk sevmiyor ama bizden de geçinip gidiyorlar, Bu Dünya’nın sonuna kadar böyle de gidecek. Yapacak bir şey yok.

Aziz Başkanın da sizin de başka yöneticilerimizin de elbette hataları, yanlışları olacaktır. Olmazsa zaten doğanın kanununa aykırıdır. Niçin her kurulda, divan toplantısında birbirinize karşılıklı salvolar atıyorsunuz ? El aleme göbek attırıyorsunuz. Aziz Bey diyelim her konuda % 100 hatalı ama bu insan kulübü için içeride yatmış, bir gün devrin adamlarına; beni  dışarı çıkarın diye yalakalık yapmamış, öleceğini de bilse Fenerbahçe demiş. Bunun da mı hatırı yok ? Naçizane fikrim kimseye haber vermeden özelikle de  bu basına, elinize tatlınızı ve çiçeğinizi alın  gerçekten yanına gidip helalleşin. İç sahadaki maçları da her daim birlikte seyredin. Bu yıl birlik ve beraberliğe gerçekten çok ihtiyacımız var. Bırakın artık çekişmeleri. Ben böyle yaptım, sen böyle yaptım, ben şunu harcadım, sen şunu harcadın bunlar boş dünyanın boş işleri. Amacımız büyük Fenerbahçe’yse bırakın ufak hesapları.

Son beş yıldır her şeyden şikayet ettiniz. Maçlar ve şampiyonluklar kaybettiniz, hep suçlu ya federasyon, ya hakemler, ya kurullar oldu. Hiç kusura bakmayın kendinizde hata aramadınız. Bizler her şeyi bilemeyiz ki… Bu ülkede neyin doğru olup olmadığını ya da neyin nasıl gidip gitmediğini bizlerden elbette fazla görüyorsunuz, duyuyorsunuz, biliyorsunuz. Bizler dışarıdan basının yazdıklarından ya da görsel medyada gördüklerimizden hareketle yorum yapıyoruz. Tamam haksızlıklarda zaten bağırıp, çağırıyoruz  hakkımız için canla başla çalışıyoruz. Karşı tarafta hep beraber bize karşı. O halde ne yapacağız ? Önce içimizde kavgayı bırakacağız. Her yerde iki üç tane aptal çıkar boş boş konuşur boş verin onları.

Oturup bir düşünelim. Başkan olduğunuz yıldan itibaren kaybedilen tüm maçlarda hep hakem hatası mı oldu? Federasyon ya da MHK yamuk mu yaptı ? Dış güçler mi devreye girdi ? Sorular çoğaltılabilir. Lakin yaptığınız kadrolar hep doğru muydu? Getirdiğiniz hocaların hiç mi teknik taktik hataları olmadı ? Kendinize sordunuz mu ? Nerede hata yapıyoruz ? Ya da danışmanlarım doğru iş yapıyor mu? diye. En son mesela Jesus’u suçladınız. İlk defa bizde üçlü sistemle oynattı diye. O zaman niçin baskı yapmadınız ? Hem böyle eleştiriyorsunuz sonra da tekrar Jesus kabul etse çalışacaktınız. O zaman sorarlar ; ” bu ne perhiz bu ne lahana turşusu ” diye.

Diyelim ki; yukarıda yazdıklarımım hepsine evet diyelim. ama unutmayalım ki; büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’te tekti, her tarafı düşmanla çevriliydi. O ne yaptıysa bizde onu yapalım.

Küme düşen takımlara, iddiasını kaybetmiş takımlara bir dolu puanı elimizle veriyoruz sonra hep başkalarını suçluyoruz. Bence artık iğneyi kendimize batırma zamanı geldi ve geçiyor. Bu yıl takım ve yönetim, kulübe öyle oynamalı ki kendi göbeğimizi kim ne kadar engel koyarsa koysun kendimiz kesmeliyiz.

Başka bir eleştirim, son bir yıldır bu 1950’li yıllardaki şampiyonluklara ve formaya takılan yıldızlara çok taktınız. Bence  bu yıldız işleri çocukça. Bırakın kim kaç yıldızla çıkarsa çıksın, biz farklıysak onlardan hiç yıldız takmayalım ama getirisi bu işin büyükse uğraşın.

Yine geçen yıllarda neredeyse her hafta hakem camiasının hatalarını gerek konuşmalarla gerek video gösterimleriyle ortaya koydunuz tamam doğru yaptınız. Lakin biliyoruz ki bu hatalar bu sistem olduğu sürece hep devam edecek ama az ama çok. Dışarıdan 20 ya da 30 hakem getirme şansımızda olmadığına göre bence o camianın da çok tepkisini çekmemeliyiz. Sonunda hakemlerde insan yeri geliyor ortadaki pozisyona bize çalacaklarsa da çalmıyorlar ya da karşının lehine çalıyorlar.

Son  naçizane önerim ise;

Ara sıra spor basının usta ve tarafsız yazarlarıyla görüşün, fikir teatisinde bulunun. Belki siz yönetimin göremediklerini onlar dışarıdan daha güzel görüyorlardır. Konuşacağınız spor yazarları da Mehmet Demirkol, Uğur Meleke, Ercan Güven, Cem Dizdar, Uzay Gökerman gibi açık fikirli, medenice tartışmayı bilen, her hangi bir takım tutsa bile fanatik olmayan, eğriye eğri, doğruya doğru yazarlar olmasında fayda var derim.

Gelelim tribündeki taraftarlarımıza:

Arkadaşlar, sizler nasıl taraftarsınız ? Yıllardır futbolculara gol yediğimiz anda sataşmaya başlıyorsunuz? Diğer kulüplerden hediye mi alıyorsunuz ? Çekirdek çitleyip 5 dakika yalandan bağıracağınıza oturun eski taraftarların görüntülerini izleyin de bir işe yarayın. Avrupa’nın ilk beş büyük liginin maçlarını ekranda izliyor musunuz? Hangi büyük ve elit kulübün taraftarı sizin gibi kendi oyuncusuna hakaret ediyor, ıslıklıyor, yuhalıyor?

Yeter ! Artık kendinize gelin. Futbolcuları durduk yerde sıkıntıya sokuyorsunuz adamlar işini yapacaksa da sayenizde yapamıyor. Taraftar dediğin 90 dakika susmaz hep moral verir.

Kim ister yenilmek ? Kimse istemez. Yönetim bir dolu para harcıyor, kaliteli adamlar getirmeye çalışıyor. Sizler daha 1. haftada aleyhte tezahürata başlıyorsunuz. Yönetime sövüyorsunuz, el kol hareketi yapıyorsunuz. Çok biliyorsanız gidin kulübü yönetmeye talip olun. Verdiğiniz iki lira onunla da kulübü satın aldığınızı sanıyorsunuz.

Unutmayın! Biz Fenerbahçe’yiz. Herkesten farklı olmak zorundayız. Bizim bizden başka dostumuz yoktur. Diğer takımlar maç ya da puan kaybettiler mi ortalığı velveleye verirler, ellerinden emzikleri alınmış çocuklar gibi ağlamaya başlarlar. Biz vakur duracağız ağlayacaksa içimizden göz yaşı dökeceğiz.

Mustafa Kemal Atatürk bizi sevmişse, bizim renklere gönül vermişse bunun kıymetini bilelim, ona göre artık davranalım. Yılmak yok doğru yoldan mücadeleye devam. Kesinlikle bel altı güreşmeyelim.

Diğer takımların taraftarları da iyice beyinlerine, rahmetli İslam Çupi ağabeyimizin şu cümlesini kazısınlar ;

” Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa‚ Türkiye yoktur‚ futbol yoktur‚ bolluk yoktur‚ insanlar yoktur‚ canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp‚ mezarlık olur.”

Fenerbahçe olmazsa ne televizyonların spor programları izlenir, ne gazetelerin spor sayfaları okunur, ne iddia oynanır, ne lig oynanır. Bunu milyonlar biliyor ama nefretlerinden itiraf edemiyorlar.

” Fenerbahçe Sen Çok Yaşa! ”

NOT: Bu yazıyı yakınlarda  genç yaşta kaybettiğim çok sevgili kuzenim Coşkun’ a ithaf ediyorum. Kim bilir ? Belki oradan da takımını takip ediyorsundur.

Devamını Oku

Türkiye Yoksulluktan Derin Yoksulluğa

Türkiye Yoksulluktan Derin Yoksulluğa
0

BEĞENDİM

ABONE OL

DUAYEN HOCA’NIN KALEMİNDEN

ÖNCER ÜNLÜ – BAŞYAZAR

Türkiye’deki yoksulluğu irdelemeden ve nereye gideceğine dair yorumlarda bulunmadan önce ” Yoksulluk ” kavramına bir göz atmak gerektiğini düşünüyorum.

Dünya tarihine baktığınız zaman ” Yoksulluk ” kavramıyla 17.y.y. başlarında karşılaşıyorsunuz. Bununla birlikte kitlesel yoksulluğun yaygınlaşması ve süreğen hale gelmesi 18.y.y. dan itibaren gözle görülmeye başlamış ve 20.y.yılın sonlarına doğru yoğun olarak yaşanan ekonomik, siyasal, toplumsal krizlerle beraber yoksulluk her yerde alıp başını gitmiştir. Küreselleşmenin etkileriyle yaşam standartlarında gerileşmeler, yoksulluğu küresel hale getirmiştir.

Yoksulluk, çok boyutlu bir kavram olup klişeleşmiş bir tanımı yoktur.  Kısaca bir erişememe durumu diyebiliriz. Zaman ve tere göre değişkenlik gösterir. Yoksulluğu gelire ya da başka standartlara göre tanımlarsanız yargınız kesinlikle eksik kalacaktır. Yoksulluk, sadece ekonomik durum değil, aynı zamanda kişilerin içinde yaşadığı, bu durumdan kurtulmak için değişik yollar denediği toplumsal bir olgudur.

20.y.yılın önemli sosyologlarından Gordon Marshall, yoksulluğu; ” ekonomik krizden kaynaklanan bir sorun olmanın ötesinde toplumdan soyutlanmayı ve toplum dışına itilmeyi içeren bir kavram ” olarak açıklamıştır. Sosyolog Marshall, yoksullaşmayı “Mutlak ve Göreli ” olmak üzere ikiye ayırmış ve  “Mutlak ” yoksullaşmanın içine, günlük kalori miktarına göre beslenememeyi, barınma, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlardan yararlanamamayı koymuştur. Göreli yoksullaşmanın içine de insanı başkalarıyla karşılaştırıp bireyin diğerlerinde bulunan bir şeyden sahip olmamasıdır demiştir. Son yıllarda bu kavramlara ” İnsani Yoksulluk ” başlığı da eklenmiştir. Buradaki yoksulluk, sadece işin ekonomik boyutu değil, sosyal ve siyasi boyutlarıyla da değerlendirilmesidir. ” Okur yazarlık, yetersiz beslenme, anne ve çocuk sağlığı, yaşam süresinin kısalması ” gibi  alt başlıkları insani yoksulluğun içine alabiliriz.

Yukarıda da değindiğim gibi yoksulluğun objektif ve üzerinde görüş birliğine varılan bir tanımı yoktur.

Bunun nedeni ise; dünyadaki her bir ülkenin dinamiklerinin değişik olması, gelişmişlik durumları, iş gücü şartları, iş alanları, kurumsal ve toplumsal kuruluşların ve görevlerinin farklılıklar göstermesi gibi nedenler, yoksulluğun ortak tanımını engellemektedir.

Şöyle örnek verirsem daha iyi anlaya bilirsiniz:

Afrika’da kuraklıklar nedeniyle yeterince beslenemeyen aileler, Güney Amerika kıtasının bir çok ülkesinde teneke evlerde yaşam süren insanlar, İngiltere’de yaşayan ama kışın ısınma sorunuyla karşılaşan insan, Amerika’da yaşayan fakat sağlık sigortası olmayan insanları konuyla ilgili olarak örnek gösterebiliriz. Bunların hepsinin çözümü farklıdır. Bu da bize “Yoksulluk ” kavramının herkese göre değişiklik göstereceğini göstermektedir.

Yoksulluk kaynakları arasında; adaletsiz bir vergi sistemi, yüksek faiz ve rant ekonomisi, çalışamayacak durumdaki çok sayıda yaşlı ve özürlü, piyasalardaki tekelleşmeler, miras yoluyla elde edilen gelirler, bireylerin yetenek farklılıkları, devlet teşvikleri, enflasyon kısaca ekonomik yapının işleyişinde yer alan aksaklıklardır.

Gelelim Türkiye’nin yoksulluktan, derin yoksulluğa doğru gittiği yolculuğuna:

Türkiye için dönüm noktası  24 Ocak 1980 yılında açıklanan istikrar kararlarına dayanmaktadır. Devletçi politikalar terk edilmiş ve serbest piyasa koşullarının hakim olduğu, dış dünya ile bütünleşmeyi sağlayacak, özel sektörün sanayileşme ile gelişeceği ve ihracata ( dış satım ) dayalı bir ekonomi politikasına geçilmiştir. Bu arada öncesinde gözden kaçırmamanız gereken olay, 12 Eylül 1980 yılında yapılan askeri darbe sonucu çalışanların her türlü haklarının kısıtlanması, sendikal faaliyetlerin askıya alınmasıdır.

24 Ocak kararlarından sonra ülkemizin yoksulluk profili değişmeye başlamış ve nispeten gelir dağılımın eşit dağıtıldığı bir ülke olmaktan çıkıp zengin ve yoksulu arasındaki makasın hızla açılacağı günlere doğru yolculuğumuz başlamıştır.

Türkiye’de yoksulun hayat stratejisini biliyor musunuz ? Bilmiyorsanız buyurun bir birlikte bakalım.

Fırına ya da markete gider kalmış bayat ekmek ile simiti alır, evinde buharda ısıtır ya da çorbanın içine doğrar, çocukların protein alması için kemik alır ve onu kaynatır suyuna çorba yapar, çalıştığı yerde verilen yemekleri yemez sarar eve getirir, yine çalıştığı erde verilen indirim kuponlarını markete kullanır eve biraz  malzeme almak için, pazara akşam saatlerinde gider belki iki kuruş fiyatlar ucuzlar diye, ya da pazar dağılırken gider yere atılanları toplamak için, kırık yumurta almaya çalışır, çoğu zaman çalıştığı yere neredeyse bir saatte yürüyerek gider, küçük bir bahçesi varsa orada sebze yetiştirmeye çalışır, kış gelince sobayı fazla yakmamaya çalışır, kalın giyinir, battaniye içine sığınır. Köylerden şehirlere salça, turşu, ekmek, bulgur, mısır vs. temel gıda maddeleri gönderilir.  Bu örnekleri çoğaltmak mümkün tabi ki… Bunlar hayatta kalmanın yolları.

Kendinize sorun bakalım ! Türkiye’de bu şekilde yaşamaya çalışan kaç milyon ev ve ev halkı var ?

Bakanlıkların, TUİK’in, Türk İş’in verilerine göre 2022 yılında 7 milyon ev gıdadan yakacağa, sağlıktan mamaya, yakacaktan barınmaya kadar sosyal yardım alıyor. Her evde ortalama 4 kişi yaşadığını hesap ederseniz 28 milyon insana gelir. Ayrıca 9 milyon kişinin genel sağlık sigortasını da devlet karşılamaktadır.

Derin Yoksulluk Ağı kurucularından Sayın Hacer Foggo bakınız derin yoksulluk konusunda neler diyor:

” Güvencesiz çalışan insanlar, gelirleri, yatırımları şimdiye kadar olmamış kişiler, günlük iş yapanlar, inşaatlarda, tarlalarda, bahçelerde, yeme içme yerlerinde günlük yevmiye ile çalışanlar, kağıt ve plastik toplayanlar, gündeliğe ve çocuk bakmaya giden kadınlar, sakatlar, çalışamayacak olan ihtiyarlar, sigortası olmayanlar derin yoksulluğa girenlerdir. Derin yoksulluk aynı zamanda devreden yoksulluktur. Yani ana – babalardan çocuklarına kalan miras ” demiştir.

2022 yılında Tüketici Hakları Derneği ve Türk-İş tarafından yapılan çalışmalarda derin yoksullukla ilgili şu bulgulara ulaşılmıştır. Bu arada hemen belirteyim; TUİK’in verilerine kimsenin inanmadığını da biliyoruz.

Türkiye’de çocukların % 22’si yoksulluk içinde büyüyor bu oran ile Türkiye OECD ülkeleri arasında ikinci sırada;

Okur- yazar olmayanların % 28’i ve üniversite okuyanların %3’ü yoksul;

Maddi ve sosyal yoksulluk oranı % 17,5 ;

Sürekli yoksulluk oranı % 15 oldu.

Taksit ödemeleri veya borçları olanların oranı % 60 oldu.

Yoksulluk veya sosyal dışlanma riski altında olanların oranına da maalesef % 33’e ulaşmış durumdadır.

Tüketici Hakları Derneğine göre şu anda ülkenin; % 95’iaçlık ve yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Bunun % 60.2’si açlık sınırının altında derin yoksullukla boğuşuyor, %37.4’ü ise yoksullukla boğuşuyor.

Artık bir gerçek var. Asgari ücret ve ona çok yakın maaşlarla kimse ayakta kalamaz.

Bizim temel meselemiz, bir avuç zenginin bu yoksulluk üzerinden zenginleşmesi değil, paylaşılan gelirin eşit sosyal devlet ilkelerine göre dağıtılmasıdır. Devlet önce kendi yurttaşını, öğrencisini, çalışanını düşünmelidir.

Yoksulluk “KADER ” midir ?

Bu soruyu gelişmemiş ya da az gelişmiş ülke halklarına sorarsanız yanıtları ” Evet ” olacaktır. Bizim de bu ülkeler içinde yer aldığımız düşünülürse burada da aynı sonuç çıkar. Her şeyi kadere bağlayan toplumlardan da zaten bir şey olmadığı ya da olamayacağı görülmektedir.

Ülkemizde yoksulluğun ve yokluğun çok uzun yıllardır devam etmesi neticesinde, bireylerin neredeyse tamamına yakınında azla değil, yokla yetinmek gerektiği düşüncesi ağır basmaktadır. Bunun sonucunda toplumda savunma tepkileri gelişmiş neredeyse fakirlik yüceltilmeye evrilmiştir. Zengin olan herkesin de kötüleştiği fikri yerleşmiştir.

Ülkemizde derin yoksulluktan en fazla etkilenen kesim kadınlar ve çocuklardır. Bu nedenle sosyal devlet kadınları ve çocukları ayrımcılığa   karşı korumalı, kadınlara daha fazla çalışma sahası açmalıdır.

Dünyanın tüm gelişmiş ülkelerinde de yoksulluk vardır. Fakat bu ülkelerde sosyal adalet ve adil paylaşım politikası gerçekten uygulanmakta ve bir nebze de olsa sorunlar tam çözülemese de geriye doğru gitmemektedir. Oysa bizim gibi ülkelerde her yıl bir önceki yılı mumla aratmaktadır.

Bir kez daha söylüyorum yoksulluk sadece gelir dağılımı değil, zenginle fakiri karşılaştırmak demek değildir. Hayatın her alanını içine alır. Sosyal politikalar, doğru bölüşüm ve dağıtımla da sorun çözülebilir.

Ama bizim ülkemizde komşunun telefonuna bakarsın, arkadaşının arabasına bakarsın, yediğine içtiğine bakarsın ve bu benden zengin diye noktayı koyarsın.

Keşke okusan da, araştırsan da derin yoksulluk nasıl oluyor ? Bunları bilsen, tek bir şeye bakıp millet hakkında ahkam kesmesen !

Devamını Oku

Akbelen Ormanlarında Nineler, Dedeler…

Akbelen Ormanlarında Nineler, Dedeler…
2

BEĞENDİM

ABONE OL

DUAYEN HOCA’NIN KALEMİNDEN

ÖNCER ÜNLÜ – BAŞYAZAR

Geçen yazımın konusu ülkemizde ki orman yangınları ve nedenleriydi.

Yazının daha mürekkebi doğru dürüst kurumadan, Akbelen Ormanlarının kıyımı ve köylülerin direnişini görmezden gelemezdim. Özellikle ağaca sarılmış yaşlı teyzemin görüntüsü ve yine bir avukatın jandarmaya seslenişi azıcık yüreğinde vicdanı olanın içini sızlatmaya yeter ve artar bile.

Güzelim bir orman düşünün, içinde yarım asrı devirmiş değişik çamlar, börtü böcekler, değişik bitkiler, çeşitli hayvanlar yaşıyor. Sizler de 21.yüz yıla gelmişsiniz, sıcaklıklar yıldan yıla artış gösteriyor, mevsimler değişiyor, hava olayları değişiyor, kuraklıklar fazlalaşıyor ve tüm bunlara rağmen bir taraftan ormanları yakıyorsunuz bir taraftan da keserek bitiriyorsunuz.

Orman yangınları başladı diye herkese kapatılan ormanlara, hızarların girmesi serbest değil mi?

24 Temmuz sabahın erken saatlerinden itibaren Muğla’nın Milas ilçesinin Akbelen Ormanı’nda başlayan ağaç kesimi şu ana kadar devam ediyordu. Hız kesmeden devam edecek gibi de duruyor.

Ormanın yok edilmesinin nedeni daha önce özelleştirilen Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerine kömür sağlamak için maden açmak. Bu arada unutanlar ya da hiç bilgi olmayanlar için anımsatalım; bu iki termik santralin yıllarca baca gazı arıtma tesisi olmadı, çevreye ve insan sağlığına ilişkin yüzlerce habere konu oldu.

Ormanı yok etme hikayesinin başlangıcı 2020 yılı.  2014 yılından beri termik santralleri işleten YK Enerji, linyit kömürü çıkarmak için orman alanında devletten izin alıyor. İzin alımından sonra ise köylülerin direnişi başlıyor. Eylül 2021 de  bilirkişi raporuna göre, mahkeme yürütmeyi yürütmeyi durdurma kararı veriyor. Bu arada zaten yürütmeyi durdurma kararına rağmen ağaçlar kesilmeye devam ediliyor. Şirketin itirazları üzerine daha sonra 2022 yılında yapılan bilirkişi incelemesi, gerçekten pes dedirtecek cinsten.

Raporda madencilik faaliyetinden Akbelen Ormanlarının olumsuz etkileneceği söyleniyor fakat aynı raporda kömürün çıkartılması için bölge maden sahası olur deniyor. Böyle bir karar ancak geri kalmış bir orta doğu ülkesinde olur. Zaten bizim yerimizde orası.

İşin trajikomik yeri ise, Limak şirketinin başkanı Ebru Özdemir’in WWF- Türkiye Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın Mütevelli Heyetinde yer alması. ” Güler misin ? ”  ” Yoksa ağlar mısın ? ” Bu gün Vakıftan yapılan bir açıklamayla Ebru Özdemir’in üyeliğinin iptal edileceği ve heyet üyeliğinden çıkarılacağı açıklandı. Belirli bir süre sonra vakıf karar değiştirirse, bir şey diyemem. Burası Türkiye …

TEMA Vakfı, 780 dönümlük Kızılçam ağacının kesileceğini söylüyor. Bir düşünün:

“Yıllardır Ege’de, Kaz Dağları’nda, Karadeniz’de, Artvin’de, ne ormanlar yok edildi, ne zeytinlikler söküldü “.   Bir tarafta çocukları gibi ağaçlara sarılan insanlar, yine bir tarafta da rant için, daha fazla para için ağaçları kesenler.

xxxxxx

Bu arada ilgili şirket basın açıklamasında; ” bu santrallerin elektrik üretiminde çok önemli olduğunu, santraller çalışmazsa binlerce kişinin işsiz ve mağdur kalacağını, Türkiye’nin bir bölümünün de 2024 yılından itibaren elektriksiz kalacağını belirterek, 3100 işçi çalıştırdıklarını, bölgeye bu güne kadar 3 milyon fidan diktiklerini ”  açıklamalarına ekliyor. Şirket açıklamasında büyüklere masallar anlatırken, keşke küçüklere de şunları söyleseydi:

” Ormanın, iklimin, denizin ve çevrenin mutlaka korunması gerektiğini, temiz havanın insanların geleceğinde ölümcül role sahip olduğunu, çevreye ekonomik zarar verdiklerini, iklimin değişmesine direk etki yaptıklarını da ” açıklasaydı ya!

Utanmasalar ormanları koruyanları ” Vatan Haini ” ilan edecekler. Sosyal medyada yaptırdıkları alan haberlerle de hedef saptırmaya çalışıyorlar. Yok köylüler ağaçlar kesilsin istiyormuş, dışarıdan gelenler bizi karıştırıyor diyorlarmış, ne güzel ağaçları kesip para kazanıyorlarmış… Ne inandırıcı ya!

xxxxxx

Enerji Piyasası uzmanları ise bizlere şu bilgiyi veriyorlar:

“Bu ağaçlar, Türkiye’nin tamamının enerjisinin %1’ni üreten iki santral için kesiliyor. Yani ki santralin toplam kurulu gücü 1100 megavat oluyor. Kısaca iki santralin toplamı Türkiye’nin elektrik üretiminin % 2,1′ ine denk geliyor.

Temel sorun bu iki santral kapatılacağına özelleştirildi ve alan şirketler de karlarını maksimuma çıkarana kadar bu santralleri kömür yakarak işletmek istemelerindendir.

xxxxxx

Köylü teyzem, bütün gücüyle sarıldığı asırlık çam ağacından kendisini koparmaya çalışan jandarmaya yalvaran sesle; “Jandarma oğlum, sen vatanı koruyacaksın, vatan için sen varsın. Bunlara kıyan eller kırılsın, yapmayın evladım. Sen kimin için buradasın ?” diyordu.

Yine Akbelen Ormanı’nda Avukat A. Ali Cangı da jandarmaya; “Bak görün, vicdanınız el veriyor mu? Yok mu içinizde köylü çocuğu ? Gitti kaç yıllık ağaç “

Türkiye ormanlarını yok ederken , A.B. ülkeleri ne yapıyor ?

Karbondioksit salınımını nasıl en aza indiririz? Konusuna yoğunlaşıyorlar.

Türkiye enerji üretiminde çağa ayak uydursa yenilenebilir enerjiye daha fazla yatırım yapsa,  top yekun enerji tasarrufuna girse emin olun bunun gibi çevre canavarı olan kömür santralleri kapatılır. Çocuklarımız geleceğe daha güvenli bakar.

Düşünün ki, “Bir Avrupa ülkesinde bu kadar büyük bir orman iklim krizi ağırlaşırken yok edilebilir mi “?

Düşünün ki, “Bir Avrupa ülkesinde yargı ağaç kesimi davaları için ret kararı verebilir mi “?

Düşünün ki, “Doğal protesto yapılırken zararsız köylülere gaz sıkılır mı “?

xxxxxx

Son sözü TEMA Vakfı başkanı Sayın Deniz Ataç söylesin:

” Her yerden her şeyi çıkarmak, Türkiye’nin başına gelmiş en büyük beladır” demiş.

Doğru söze ne denir ki ?

AKIL, VİCDAN, ADALET, İNSANLIK !

Neredeyseniz bir an önce gelin.

xxxxxx

NOT : Yazımı bitirdikten sonra öğrendiğime göre  bölgeye giden C.H.P. Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, köylülerin zoruyla orman kesim bölgesine geçmiş, yine C.H.P. milletvekili Mahmut Tanal’da tartıştığı kişilere  ” provokatör ” demiş.

Yine, Kılıçdaroğlu gitmiş. Ya ülkeyi kurtaracak 6’lı masanın diğer ayakları nerede ? Eminim onlar daha önemli işlerle uğraşıyorlardır. Nasıl olsa Ankara’dan iki nutuk attılar, iki de twit salladılar yeter de artar bile…

Devamını Oku

LOZAN ANTLAŞMASI 100 YAŞINDA

LOZAN ANTLAŞMASI 100 YAŞINDA
2

BEĞENDİM

ABONE OL

DUAYEN HOCA’NIN KALEMİNDEN

ÖNCER ÜNLÜ – BAŞYAZAR

Mustafa Kemal Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve onu takip eden devrimleri  şu sözlerle özetlemiştir:

” Uçurumun kenarında yıkık bir ülke. Çeşitli düşmanlarla kanlı boğuşmalar, çarpışmalar. Yıllarca süren bir savaş. Ondan sonra içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni devlet, yeni toplum ve bunları başarmak için yapılan devrimler…”

11 Kasım 1922 yılında  İsviçre’nin Lozan şehrinde başlayan müzakereler, sekiz ay sürmüş arada yaklaşık iki buçuk ay kesinti olmuş ve nihayetinde 24 Temmuz 1923 yılında tarihe ” Lozan Barış Antlaşması ” olarak geçen bir anlaşmayı, T.B.M.M. temsilcileriyle, İngiltere, Fransa, S.S.C.B (şimdiki Rusya), Japonya, Bulgaristan, İtalya, Romanya, Yunanistan, Belçika, Portekiz, Yugoslavya (Sırbistan) imzalamıştır.

Müzakerelerin bu kadar uzun, çetin ve sıkı geçmiş olmasının, arada ki boşluğun tek nedeni, Türk tarafının kayıtsız ve şartsız olarak ” Bağımsızlık ” talebidir.

Mustafa Kemal Atatürk bu antlaşmayla ilgili olarak; ” Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış, büyük bir yok etme girişiminin yıkılışının bildirir bir belgedir ” sözleri Türkiye açısından da önemini göstermektedir.

Yine yazar ve tarihçi Şevket Süreyya Aydemir, ” İkinci Adam ” adıyla üç ciltlik biyografisini yazdığı İsmet İnönü’nün müzakerelerde gösterdiği direnci, ” Yakın tarihimizde bir başka müdahalesi olmasaydı bile İsmet Paşa, yalnız  Lozan’daki  üzüntüleri, sıkıntıları, direnişleri ile, unutulması mümkün olmayacak bir yeri olurdu ” diye anlatmıştır.

Lozan, Türkiye devletinin kurucu antlaşmasıdır. Burada dikkatinizi şuna çekmek isterim. Devletten farklı olarak ” Cumhuriyet ” bir rejimdir. Lozan Antlaşmasından üç ay sonra 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ilan edilmiştir. Devletler uluslar arası tanınmayla kabul edilirler. O yüzden Lozan kurucu bir antlaşmadır.

Türkiye Cumhuriyet’ine egemenlik sağlayan Lozan Antlaşması, gelişmişliği ve uygarlığı simgeleyen Batı dünyasına Türkiye’nin kalıcı biçimde katılımını simgelemektedir.

Lozan;

Türkiye Devleti’nin kurucu antlaşmasıdır ;

Türkiye’nin ulusal sınırlarını belirleyen ve onu bu sınırlar içinde siyasi açıdan bağımsız ve egemen kılan belgedir;

Türkiye’nin iktisadi bağımsızlık belgesidir;

Türkiye’nin büyük devletlerle eşitlik belgesidir ;

Türkiye’nin gelişmişlik ve uygarlığı barındıran batıya yolculuğunun kopmaz alıcı bir belgesidir.

Sevgili okur,

Şunu kesinlikle unutmayın:

Sevr ve I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren tüm antlaşmalar ilgili devletlere müzakere yapılmaksızın zorla dayatılarak imzalatılmıştır. Lozan bunun tek istisnasıdır. Lozan Antlaşmasının başında kesinlikle B.M. o zaman ki adıyla ( Milletler Cemiyeti Misakı ) ibaresi bulunmaz.  Lozan Antlaşması ışında kalan  I. Dünya Savaşı’na ait tüm antlaşmalar, tarihin çöp sepetine girmişken, sadece ve sadece Lozan Antlaşması sonsuza kadar devam edecektir.

Gelelim şimdi günümüz Türkiye’sine :

Günümüzde özellikle Türkiye’de Lozan’a saldırmak onu bir hezimet olarak nitelendirmek bir çok sapkın ideolojinin alışkanlığı haline gelmiştir. Bilgi sahibi olmadan bu toplumda fikir sahibi olmak malumunuz çok yaygın görülmekte  ve prim yapmaktadır. bu nedenle ülkemizde bu kadar yanlış anlaşılan, olumsuz yorumlanan bir başka belge var mı inanın bilmiyorum. Bu durumda okuma yazma bilen ama okumayan, araştırmayan cahillerden kaynaklanıyor. Sorsanız ülkede kaç kişi ” Lozan Antlaşması’nın ”  maddelerini okudu, eminim hala okumamış tarih öğretmenleri, akademisyenler vardır ülkemizde.

Bir de Lozan, Türkiye’yi kesin ve kalıcı biçimde batıya yönelttiği için, ideolojik olarak islamcılar, fundamentalistler ve ulusalcılar her daim olumsuz tepki verirler.

Lozan Barış Antlaşmasının ” gizli maddeleri ” olduğu efsanesi ise 1940 lı yıllardan itibaren önce fısıltı biçiminde sonra da teknoloji geliştikçe sosyal medya mecralarında yaygın olarak söylenmeye başlamıştır.

Bu saçma sapan iddiaları burada tekrar yazmayacağım. Köşemi bu dangalakların söylevlerine ayıramam. Merak edenler de girer sosyal medyaya, aklı başında geçinen bir çok kişinin yıllardır inandığı deli saçmalarını okuyabilir.

Lozan’ın  gizli maddeleri olduğunu iddia eden dangalaklara bir iki soru soracağım, bunlara yanıt versinler. Tabii zekaları varsa!

Sizler, bu güne kadar 100 yıl sonra uygulanmak üzere yapılan bir antlaşmaya rastladınız mı?

Emperyalist devletler, şimdiye kadar sizlere bu antlaşmanın olduğunu zamanı gelince uygulanacağını anımsatmadılar?

Devleti yönetenler bu güne kadar bunları bilmiyor, sıradan vatandaş biliyor öyle mi?

İnönü’nün imzaladığı bu antlaşmayı T.B.M.M. onaylamazsa dangalaklar bu antlaşma yürürlüğe girer mi?

İddialarınızı bu güne kadar niçin ispat etmediniz?

Okuma yazma bilmeyen cahiller bile sizlerden daha kaliteli dangalak oğlu dangalaklar….

Unutmayın aptal oğlu aptallar, Sevr antlaşması Osmanlı Devleti’ne 200.000 km toprak parçası bıraktı. Şimdiki yüz ölçümünü de haritalardan öğrenin.

Gönül isterdi ki Lozan’ın 100. yılında ülkemiz ile İsviçre ortaklaşa dünyada ses getirecek kutlamalar yapsaydı. Bu yapılmayacağı için görün bakın meydan kimlere kalacak?

Okuduğum dış kaynaklı haberlerde Lozan’daki yerel makamların ev sahipliği yapacağı etkinliklere Ermeniler, Kürtler ve Rumların katılacağı. Konunun da, Lozan Antlaşması’ndan ” etkilenen halklar ”  temalı olduğu anlaşılıyor.

2016 yılında bakın birileri Lozan’la ilgili neler söylemiş:

” 1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a razı ettiler. Bizlere Lozan’ı  zafer diye yutturmaya çalıştılar. Adaları Lozan’la düşmana verdik. O masaya oturanlar hiç bir şeyin hakkını veremediler “.

Hangi yanlışı düzeltelim ki!

Adalar bir defa Osmanlı Devleti zamanında 1912 yılında Uşi antlaşmasıyla İtalyanlara bırakıldı. O tarihte ne Cumhuriyet ne Türkiye, ne de Atatürk vardı.

Lozan’a sahip güçlü bir irade sergilemezsen, ortalıkta Lozan karşıtlarına kalacaktır. Sen de iki gün sonra yazılı ve görsel medyada İsviçre’ye atıp tutacaksın sadece, dostlar alış verişte görsün misali. İsviçre’de sütten çıkmış bir ak kaşık değil ama işi bu noktaya getiren kim? Yanıtını  bu yazıyı okuyanlar versin .

Son olarak şunu belirteyim. Kimsenin beğenmediği, İsmet Paşa’yı, Mustafa Kemal niçin tam yetkili olarak  Lozan’a gönderdi biliyor musunuz?

Kurtuluş Savaşı’ndaki diğer komutanlardan çok daha sivil ve yetenekli olması;

M. Kemal’e rakip olmaya kalkışmaması;

Her hangi bir emperyalist devlete yakın olarak algılanmadığı için seçilmiştir.

24 Temmuz 1923 tarihi, Türkiye’nin dünya sahnesine tam bağımsız olarak çıktığı gün olarak tarihe kazınmıştır. Ne yaparsanız, ne kadar küçümserseniz, dalga geçmeye de kalksanız bu gerçektir ve değiştirilemez.

Sizler isterseniz iki ayyaşın maceraları deyin, isterseniz Cumhuriyet’i bir parantez olarak görün, isterseniz, 12 adayı, Kıbrıs’ı verdiler deyin, isterseniz Muhteşem Türkiye yüzyılı başladı deyin fark etmez.

Hiç bir yalan, dolan ihanet, bu gerçeğin üzerini örtemez.

Önce T.B.M.M. kuran, sonra Kurtuluş Savaşı’nı kazanan, ardından Lozan Antlaşması’nı imzalayan ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyet’ini kuran o büyük kahramanların aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor ve onları minnetle anıyorum.

Devamını Oku