Kökü şahıs olan bu kelime, sonuna şeddeli bir ‘ye’ (ى) ve yuvarlak ‘te’ (ة) eklerinin bitiştirilmesiyle şahsiyyet halini alan, zaman içinde dönüşerek şahsiyet de kararlaşan, Kubbealtı Sözlük’ te bir kişinin nefsine ait özelliklerin, ruhî ve manevî niteliklerin bütünüdür, diye tarif edilen, Arapça gramerde mastar-ı câli ismiyle tesmiye edilen bir kelimedir. Dikkat edilirse tanımda ruhî yöne atfedilen hususiyetlerin tümüdür denmektedir. Hal böyle olunca dış görünüş, biçimsel ve estetik güzellik, uzun, kısa, sıska, şişman, esmer, kumral vb. nitelemelerin tanımda olmadığı görülür. Bunlar başlı başına kişiliği oluşturan vasıflar değildir. Tarifte geçen mana yönündeki nitelemeler yani bilgili, görgülü, ahlak ve erdem sahibi, cömert gibi veya bunların zıtları olan özellikler insan ölünce yok olmazlar. Çünkü bunların müşahhas bir tarafı yoktur. Elle tutmak istesen tutamazsın, gözlerle de görmek istesen bu da imkan dahilinde değildir. Mesela, ihlaslı kul tabirinden Allah u Teala’nın rızasına muvâfakat anlaşılır. Cüneyd-i Bağdadî hazretleri bunu şöyle ifade eder: ’Melek bilmez ki yazsın, şeytan bilmez ki bozsun.’ Her bakımdan olgunlaşmış kişiler için ifade edilen ne şahsiyetli adam nitelemesinden anlaşılan da insanın fiziki görünüşü, endamı vs. değil de ruhi cephesidir. Ruhunu tasfiye eden, nefsini de temizleyenlerdir bu sözün muhatabı. Yoksa dışı salah ile süslü, içi günahlarla kapkara, sadomazoşist kişilikler şahsiyetsizliğin zirvesindedirler. Örneğin, Firavunlar, Nemrudlar, Şeddadlar vs.gibi. Şahsiyetini eğitmekten zaafa düşmüş olanlar, bunu örtbas etmek için kamuflaj olarak dış cephelerini ihyaya çalışmışlar, şahsiyet eğitiminde kemale erenlerde her ikisini müsavi tutmaya gayret etmişlerdir. Bu ifadeyi ‘İnsan dışıyla ağırlanır, içiyle de uğurlanır’sözü teyid eder. Sadece dışa odaklananların hali Nasreddin Hoca’nın Ye Kürküm Ye fıkrasındaki misale benzer.
Ye Kürküm Ye
Akşehir’in ileri gelenleri Hoca’yı yemeğe davet ederler. Hoca, davete bilindik kıyafetiyle katılmış. Katılmış lakin ne bir hoş geldin diyen var, ne de bir tebessüm eden. Herkes, görkemli elbiseleriyle arzı endam ediyormuş . Hoca, bunun üzerine koşa koşa evine gider, kürkünü giyip,iki dirhem bir çekirdek deyimine uygun vaziyette geri döner. Biraz evvel hiç tenezzül dahi etmeyenler ,Hocayı, yere göğe sığdıramayıp baş köşeye oturtmuşlar. Sofrada enva i çeşit yemekler…Herkes Hoca’nın yemeğe başlamasını bekliyormuş. Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallamaya, bir taraftan da “Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” demeye başlamış. Bunu görenler hayretle:
– Aman Hoca, kürkün yemek yediği nerede görülmüş?
Hoca bunun üzerine cevabı yapıştırmış ve
–‘ Kürksüz adamdan sayılmadık. İtibarı o gördü, yemeği de o yesin’deyivermiş.
Aynı şekilde itibarı maddi yönde gören Cihan Padişahı Yavuz sultan Selim Han’ın vüzerasının ahvali de bu hususta şayanı dikkattir. Ders alınması gereken bir ibret levhası niteliğindedir. Şahsiyetiyle şahlanan padişah, yıllar geçse de hep konuşulmuş tabiri caizse kubbede hoş sadalar bırakmış, etrafında yer tutan adamlarının ise isimleri bile unutulmuş.
Parlak Kılıç
Cihan padişahı Yavuz Sultan Selim Han, gösterişli giyinmekten uzak duran bir padişahtı. Bunu külfet olarak görürdü. Saray erkanı da onun gibi olmak durumda kalıyorlardı.
Bir gün Venedik elçisi huzura çıkmak ister. Herkes şaşalı elbiseler giyilmesi gerektiğini yoksa devletin itibarına uygun olmayacağını söylemektedir. Bu durumu padişaha arz ederler o da izin verir. Ama kendisi eski ve sade elbiseleri değiştirmemiştir. Vezirler bundan mahcup olacaklarını düşünmektedirler. Padişah tahtına oturmuş, parlak ve keskin kılıcını da çekip tahtın basamağına koymuştur. Karşı pencereden vuran gün ışığı karşısında kılıç parıldamaktadır. Nihayet elçi gelir ve görüşme gerçekleşir. Görüşmeden sonra Sultan Selim, Sadrazam’a bakarak: “Paşa, var elçiye sor, bizi nasıl bulmuşlar?” der. Sadrazam, padişahın emri üzere elçiye sorunca, şu cevabı alır: “O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, Sultanı göremedim bile! ”Yavuz, tebessüm ederek, şahadet parmağı ile kılıcı gösterir ve:“İşte kılıcımız küffarı kestikçe, kafirin gözü kılıcımızdan asla ayrılmaz ve bizi görmez. Ama Allah esirgesin, bir gün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman küffar bizi hem hor görür hem de tepeden bakar.” der.
İ’cazkârane ve kalıcı şekilde şahsiyetin açılımını şöyle izah etmekte kabildir. Herhangi bir sayı düşünelim. Bu sayı insanı temsil ediyor olsun. Sayının sağına yazılan sıfırların değerini yükselttiğini, soluna yazılanların ise hiçbir anlam taşımadığını az bir matematik bilgisine sahip olanlar bile çok rahat bilebilir .İşte kamil bir adam kimliğini elde etmek isteyen insanın da hayatı boyunca sağındaki sıfırları kademe kademe artırarak sağ cihetindeki meleklerin ecir ve mükafatları yazması için çalışması, solundaki katiplerin ise tatil yapmasını sağlaması böylece şahsiyetli bir fert tabirini hak etmesi lazım. Bu kimliği kazananların özelliklerini yani şahsiyetli olmalarını sağlayan hususiyetlerin bir tanesinin Peygamber Efendimiz’in S.A.V sahabeyi kirama anlattığı şu hadisi şerifinden anlamaktayız. Rasülullah Efendimiz, ‘Cenab-ı Hakk’ın 360 güzel ahlakı vardır, bu ahlaklardan birine sahip olanı Allah Teala cennetine koyar’ buyurduklarında, Hz. Ebubekir (r.a) heyecanla: ’Ya Rasulellah! Bunlardan hiçbir tanesi bende var mıdır?’ diye sorduklarında, Efendimiz:’ Evet vardır, hem de tamamı sende mevcuttur. Bunlardan Allah’a en sevimli olanı da cömertliktir.’ Buyurmuştur.
Zira bir nüktedana ‘yiğitlik mi cömertlik mi ?’ diye sormuşlar: O da cömert olanın yiğitliğe ihtiyacı yoktur diye cevap vermiş. O bir tanesi cömertlikse eğer, diğerleri ne olabilir sorusunun tevcih edilmesi ihtimaline karşı, Kuranı Kerim’den ve hadisi şeriflerden yola çıkarak buna şu maddelerin ilave edilmesi de mümkündür. En doğrusunu Cenabı Hak bilir.
Bu meziyetler saymakla bitmez. Kim ki bütün gayretini bezl ederek bunları ruhuna kodlarsa ve bunları muhafaza ederek bu alemden giderse Allah’ın vaat ettiklerini hak etmiştir. Ebediyyen mutludur. İşte şahsiyet budur.