Akabe bî’atlerinde kavminin temsilcisi olan sahâbî.
Resûlullah efendimiz hicretten sonra Medîne’de, Yahudilerle
antlaşma yapmışlardı. Buna göre Yahudiler, Müslümanlara
saldırmıyacaklar, onların düşmanlarına yardım etmiyeceklerdi!
Buna rağmen, Yahudiler sözlerinde durmadılar ve Müslüman
kanı dökmekten çekinmediler.
Medîneli Yahudiler, üç kabîle hâlinde yaşıyorlardı. Kureyzâ,
Nâdir ve Kaynukaoğulları. En cesûrları, Kaynuka Yahudileriydi. Pek
sağlam bir kalede oturuyorlardı. Kuyumculuk ve tefecilikle
geçinirlerdi.
Savaşmasını bilmiyenler
Müslümanların Bedir zaferinden sonra, hepsi de hırslarından
kuduracak hâle geldiler. Bir Müslüman kadınına saldırmaları
üzerine, Resûlullah efendimiz Yahudilere, bu kadar
şımarmamalarını, aradaki antlaşmaya saygılı olmalarını, aksi
davranışları devam ederse; Bedir günü, Müslümanlara eziyet eden
Kureyş müşriklerinin başına gelenlerin, onlara da gelebileceğini ihtâr
ettiler.
Yahudiler işi, daha da ileri götürerek dediler ki::
– Savaşmasını bilmeyen kimselere ya’nî Kureyş’e karşı
kazanılan zafer, önemli değildir. Şâyet Müslümanlar bir gün bizlerle
çarpışırlarsa, o zaman harb etmenin tadını öğrenirler!
Artık onlara, bir ders gerekliydi. Peygamber efendimiz Eshâb-ı
kirâma hareket emrini verdiler.
Kaynukaoğulları, o çok sağlam kalelerine çekildiler.
Müslümanlar da 15 gün müddetle, onları muhasara ettiler. Sonunda
kaçacak delik bulamayan Yahudiler, teslim olmaya mecbur kaldılar.
Sevgili Peygamberimizden eman dileyip, merhâmetine sığındılar.
Sevgili Peygamberimiz her zaman olduğu gibi, Eshâbıyla
istişâre ettiler.
Yahudilere, nasıl bir cezâ verilmesini, Eshâbına da sordular.
Münâfıkların başı İbni Selül, söz aldı:
– Yahûdilerle benim, anlaşmalarım vardır. Ben, onların
dostluğunu bırakamam!.. deyince, Hazret-i Ubâde bin Sâmit de söz
istedi ve dedi ki:
– Yâ Resûlullah! Benim Kabîlem de Yahudilerle dostluk
anlaşması yapmıştır. Fakat onlar, bütün sözlerini; ayaklar altına
aldılar. Antlaşmalarını bozdular. Artık bundan sonra benim, Allah ve
Peygamberinden başka dostum yoktur. Allah ve Resûlüne sığınıyor,
emirlerini bekliyorum.
Onlardan sayılır
Sevgili Peygamberimiz ikisine de ayrı ayrı bakarak buyurdu ki:
– Ey İbni Selül! Kendin için seçtiğin Yahudilerin dostluğu
senin olsun! Ubâde’nin seçtiği, Allah ve Resûlünün dostluğu
da, Onun olsun!
Bunun üzerine, Kur’ân-ı kerîm’in Mâide sûresi, 51. âyeti nâzil
oldu. Meâlen şöyledir:
(Ey îmân edenler! Sizler, Yahudi ve Hıristiyanları dost
edinmeyin. Zîrâ onlar ancak, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden
kim, onları dost edinirse; onlardan sayılır. Allah zâlimleri, doğru
yola eriştirmez.)
Peygamber efendimiz onlara karşı, pek merhâmetli davrandılar.
Kaynukaoğullarının, canlarını bağışladılar. Sâdece, Medîne’den
çıkarılmalarını emrettiler. Bu vazifeyi de, Hazret-i Ubâde’ye verdiler.
O da bu vazîfeyi hakkıyla yapmıştır.
Ubâde bin Sâmit hazretleri, şöyle anlatır:
Ben birinci Akabe’de hazır bulunanlar içindeydim. Oniki kişi idik.
Resûlullah efendimiz ile şunun üzerine bî’at ettik ki:
Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayalım, hırsızlık
etmiyelim, zinâ yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim,
dillerimizle yalan söyleyerek iftirâ etmeyelim, herhangi bir iyilik
husûsunda O’na âsi olmayalım.
Bundan sonra, Peygamberimiz buyurdu ki:
– Eğer ahdinizde, sözünüzde durursanız sizin için Cennet
vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin işiniz
Allahü teâlâya âittir, dilerse azâb eder, dilerse affeder.
Oniki temsilciden biri idi
Ubâde bin Sâmit, bîsetin 12. senesi hac mevsiminde Mekke’de
yapılan ikinci Akabe bî’atinde de bulunan Hazrec kabîlesinin oniki
temsilcisinden biridir. Bî’atte dedi ki:
– Yâ Resûlallah! Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınaması beni
tutmamak, yolumdan alıkoymamak üzere, sana bî’at ediyorum.
Ubâde bin Sâmit’in annesi de İslâmiyet ile şereflenip, çok
kimsenin Müslüman olmasına vesîle oldu. Hicretten sonra
Mekke’den göç eden Müslümanlardan Ebû Mersed ile kardeş oldu.
Hazret-i Ümmü Hıram ile evlendi. Nikâhını Resûlullah efendimiz
kıydı.
İslâm güneşi parladıkça, Medîne’ye hicret edenler de
çoğalıyordu. Muhtaç olanları sevgili Peygamberimiz, ba’zı âilelerin
yanına misâfir ediyorlardı. Kabiliyetli olanlara, Kur’ân-ı kerîm
öğretilmesini de istiyorlardı.
Onlardan biri, Hazret-i Ubâde’nin misâfiri oldu. Kur’ân-ı kerîmi
iyice öğreninceye kadar yedi, içti, ağırlandı. Ayrılık vakti gelince O
da, Hazret-i Ubâde’ye bir karşılık vermek istedi. Elinde, çok güzel bir
yay tutuyordu. Hem ağacı, hem kirişi, hem işçiliği fevkalâde idi. Dedi
ki:
– Bana verdiğin emeklere karşı, lütfen bu yayı kabûl et!
Hazret-i Ubâde vaziyeti Peygamber efendimize arzetti. Allahü
teâlânın Resûlü buyurdu ki:
– Eğer o yayı kuşanırsan; omuzların arasında bir ateş közü
taşımış olursun.
Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, ba’zı şeyler, bilhassa, Kur’ân
kerim öğretilmesi; yalnız Allah rızâsı için yapılmalıdır. Karşılığında,
herhangi bir şey almak, doğru değildir…
Şehîdler kimdir?
Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:
Birgün hasta idim. Peygamber efendimiz, Ensârdan ba’zı
zâtlarla beni görmeye geldi. Resûlullah efendimiz, şehîdlerden
bahsederek;
– Şehîdlerin kim olduğunu biliyor musunuz? diye sordu.
Herkes susmuştu. Resûlullah suâli üç defa tekrarladı. Beni
kaldırdılar. Şöyle cevap verdim:
– Şehîd, İslâmiyeti kabûl eden, hicret eden, sonra Allah yolunda
ölendir.
Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:
– O zaman ümmetimin şehîdleri çok az olur. Allah yolunda
ölen şehîddir. Denizde boğulanlar şehîddir, karın ağrısından
ölenler şehîddir, lohusalıktan ölen kadın şehîddir.
Ubâde bin Sâmit, talebelerinden Sanabic’in hastalığına üzülüp,
ağladığını görünce:
– Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve
şefâ’at etmeme müsâade edilirse, şehâdet ve şefâ’at ederim.
Bu Resûl-i ekremden işittiğim bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i
ekremin diğer bir hadîs-i şerîfini rivâyet ediyorum. Resûl-i ekrem
efendimiz buyurdu ki:
(Kim ki Allahtan başka tapacak bir ma’bûd bulunmadığına,
Muhammed aleyhisselamın, Resûlullah olduğuna şehâdet
ederse, onun cesedi Cehenneme harâm olur.)
Sabır ve iyilik severler
Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:
Birgün bir zât Peygamber efendimize gelerek sordu:
– Yâ Resûlallah, amellerin en üstünü nedir?
– Allahü teâlâya îmân ile O’nu tasdik, O’nun yolunda
cihâddır.
– Yâ Resûlallah, daha kolayı yok mu?
– O hâlde, sabırlı ve iyilik sever ol!
– Yâ Resûlallah, daha da kolayını istiyorum.
– O hâlde, Allahü teâlâ sana ne kısmet etmiş ise ona râzı ol!
Başka bir zamanda da Resûlullah efendimiz o’na şöyle
buyurdu:
– Ben sizin benden sonra şirke düşeceğinizden korkmam.
Sizin için korktuğum mala meyl ve rağbet etmenizdir.
Birisi Ubâde bin Sâmit’e dedi ki:
– Ben harb ederken Allahü teâlânın rızâsını murâd ettiğim gibi,
başkalarının beni övmesini de isterim.
Bunun üzerine Ubâde hazretleri buyurdu ki:
– Sana bundan kâr yok.
Adam üç kere aynı sözü tekrar edince, Ubâde hazretleri, şu
hadîs-i şerîfi okudu:
(Allahü teâlâ buyuruyor ki: Ben ortaklıktan müstagnî
olanların en müstagnîsiyim. Kim ki benim için amel eder ve
başkasını da bu amele katarsa, hissemi o ortağıma
devrederim.)
Ubâde bin Sâmit, Eshâb-ı kirâmın en fazîletlerinden biri idi.
Peygamber efendimiz zamanında Kur’ân-ı kerîmi tamamen
ezberlemiş, ayrıca bir de Kur’ân-ı kerîm yazmıştı.
Cehennemin yedi kapısı
Buyurdu ki:
“Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler, üçü kadınlar,
birisi de fakirler içindir.”
“Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise onu yap.
Azgınlık ise ondan vaz geç.”
Allahü teâlânın rızâsı için yaşıyan Peygamber efendimiz,
vazîfelerini tamamladıktan sonra; bu dünyadan ebedî âleme
göçtüler. Birinci halîfesi, Hazret-i Ebû Bekir de ömrünü tamamladı.
Arkasından, Hazret-i Ömer halîfe seçildi. Onun zamanında İslâm
orduları, büyük fetihler yaptılar.
Şunu iyi bil ki
Hazret-i Amr ibni Âs kumandasında bir ordu, Mısır seferine çıktı.
Epeyce zaman geçmesine rağmen, zafer haberi gelmiyordu.
Nihâyet bir mektup geldi. Mısır için, yardım isteniyordu!..
Bunun üzerine Hazret-i Ömer de, bir mektup yazdı:
Ey Amr! Şunu bil ki Cenâb-ı Allah, hiçbir millete doğru niyetli
olmadıkça, yardım etmez. Sana yardım için, dört Müslüman
gönderiyorum. Bildiğim kadarıyla bunlardan her biri, bin kişiye
bedeldir.
Mektubumu aldığın zaman, askerlerini topla. Onlara güzel bir
şekilde hitâb et. Yolladığım dört Müslümanı, onlara tanıt. Askerlerine
evvelâ niyetlerini düzeltmelerini; sonra da, düşman karşısında sabır
ve sebatla savaşmalarını söyle.
Cum’a Günü, zevâlden sonra hücûm emrini ver. Çünkü o
saatte, dualar kabûl olunur ve Allahın rahmeti yağar. Bütün
mücâhidler yüksek sesle Tekbîr getirip, Allahü teâlâdan yardım
dilesinler. Sonra da, hücûma kalksınlar!
Hem âlim hem cengâver
Mısır Başkumandanı bu mektubu alır almaz, askerlerini topladı.
Önce Halîfenin yazdıklarını, saygıyla okudu. Sonra da şöyle
konuştu:
– Ey mücâhid gâziler. Emîr-ül Mü’minîn, Ömer bin Hattâb
hazretlerinin; bizlere yardım için yolladığı bahâdırları, işte sizlere
tanıtıyorum:
Bu zât: Cennetle müjdelenmiş, 10 büyük Müslümandan, sevgili
Peygamberimizin öz halasının oğlu, Zübeyr bin Avvâm’dır.
Şu kahraman; “Resûlullahın süvârisi” ve Bedir savaşını yaşayan
kahramanlarından, Mikdâd bin Esved’dir.
Bu genç ise; Peygamber efendimizin dualarına mazhâr olan,
meşhur Mesleme bin Muhalled’dir.
Sonuncu Müslüman da; hem âlim, hem hâfız, hem cengâver ve
de Akabe Bî’atlarının reislerinden, Ubâde bin Sâmit hazretleridir.
Bu konuşmadan sonra mücâhidler gerçekten coştular. Hazret-i
Ömer’in dediklerini aynen yapmaya başladılar. Mübârek Cum’a
vaktinde, herkes güzelce abdestlerini aldı. Namazlarını kıldılar ve
zafer için, Cenâbı Hakka dua ettiler. Sonra da tekbîrlerle, hücûma
geçtiler. İşte bu îmânlı hücûmlar sonunda, dualar nihâyet kabûl oldu.
Mısır topraklarına da, İslâm güneşi doğdu.
Hazret-i Ubâde, dirâyetli, üstün kabiliyetli bir kimseydi. Hazret-i
Ebû Bekir, hilâfeti zamanında Bizans Kralı Herakliyus’a elçi olarak
Haşim bin Âs ile Ubâde bin Sâmit’i gönderdi.
Bu iki zât, Şam’a uğradıktan ve uzun bir yolculuktan sonra
İstanbul’a vardılar. Boyunlarında kılıçları olduğu hâlde atlarının
üzerinde kralın sarayına kadar yaklaştılar. İstanbul halkı onları
hayret ve hayranlıkla seyrediyordu. Hayvanlarından inerken;
– Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, deyince, sarayın, hurma
ağacı gibi sallandığını gördüler.
En büyük kelâm
Kralın huzuruna çıktılar. Kral kendilerine, Peygamberimiz ve
İslâmiyet hakkında bir hayli suâl sordu. Aralarında şu konuşmalar
geçti:
– Sizin yanınızda en büyük kelâmınız nedir?
– Lâ ilâhe illallahu vallahü ekber’dir.
– Siz evinizde, memleketinizde bunu söylediğiniz zaman
evleriniz sarsılıp, tavanlarınız üzerlerinize çökmüyor mu?
– Hayır, biz bu sözün hiçbir zaman öyle yaptığını görmedik.
Ancak senin yanında gördük. O, bize öğütten başka birşey değildir.
– Vallahi mülkümden çıkmaktan nefsim hoşlansaydı size tâbi
olurdum, ölünceye kadar da sizin hakîr bir köleniz olmayı isterdim.
Kral, bu itiraftan sonra elçileri kıymetli hediyelerle gönderdi.
Hazret-i Ubâde 655 yılında yetmişiki yaşlarında iken Remle’de
hastalandı. Çok sevilen ve sayılan bir sahâbî olduğu için, bütün
mü’minler ziyâretine koşuyorlardı.
Hasta yatağında bile, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerini
ve mübârek Kur’ân-ı kerîm âyetlerini açıklıyor; güzel nasîhatlerde
bulunuyordu. Bir keresinde oğlu Velid dedi ki:
– Babacığım! Bana da bir nasîhatta bulunur musun? Fakat
lütfen en önemlisi hangisiyle, onu söyleyiniz.
– Beni yatağımda doğrultun, oturayım!
Dediğini yaptılar. Sonra şunları söyledi:
– Oğlum! Eğer sen, kaderin hayrına ve şerrine inanmazsan;
îmânın tadına eremezsin.
– Fakat Babacığım, kaderin, hayrını ve şerrini nasıl
anlıyabilirim?
– Şöyle inanmalısın ki: kaderinde olmayan şey, seni aslâ
bulamaz. Kaderinde yazılı olandan da, aslâ kaçamazsın.
Son nasîhat
Hazret-i Ubâde’nin hastalığı ziyâdeleşti. Vefât edeceğini
anlayınca dedi ki:
– Ne kadar akrabam, azatlı, hizmetli ve komşularım varsa;
toplayıp getirin!
Hepsi gelince, onlara;
– Sanıyorum bugün; dünyadaki son günüm, âhiretteki ilk
gecem olacaktır. Ba’zılarınızı, elimle veya dilimle incitmiş
olabilirim. İşte şimdi bana, kısas yapın. Çünkü bu dünyada
kısas yapmazsanız, yemin ederim ki öbür dünyada, hakkınızı
benden alacaksınız, dedi.
Etrafındakilerle helâlleşti. Sonra son vasiyetini yaptı:
– Rûhumu teslim eder etmez, hepiniz kalkıp güzelce abdest alın.
İkişer rek’at namaz kılıp; hem kendinize, hem de şu garip Ubâde’ye
dua edin. Çünkü cenâbı Hak, yüce Kitâbında (Sabır ve namazla,
Allaha sığının!) buyurmuştur. Daha sonra hiç bekletmeden, beni
kabrime götürün.
EKONOMİ
5 gün önceDÜNYA
7 gün önceMANŞETLER
7 gün önceMANŞETLER
7 gün önceDÜNYA
7 gün önceDÜNYA
7 gün önceMANŞETLER
7 gün önceVeri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.