Vehhabiliği kuran, Mehmed bin Abdülvehhabdır. İngiliz
casuslarından, Hempher’in tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslamiyet’i
imha) etmek çalışmalarına alet oldu.
[İngiliz Casusunun İtirafları kitabında, Vehhabiliğin kuruluşu
uzun anlatılmaktadır. Bu kitabı, www.hakikatkitabevi.com
adresinden okuyabilir ve temin edebilirsiniz.]
Eline geçirdiği, ibni Teymiye’nin Ehl-i sünnete uymayan
kitaplarını okumuş, (Şeyh-i necdi) diye meşhur olmuştu.
Düşünceleri, ingiliz paraları ve ingiliz silahları karşılığında, köylüler
ve Deriyye ahalisi ile reisleri Muhammed bin Süud tarafından
desteklendi. Sapık din adamı ibni Teymiye’nin fikirleri ile Hempher’in
yalanlarının karışımına Vehhabilik denir.
Mirat-ül-Haremeyn kitabının basıldığı 1888 senesinde Necd
emiri, Abdullah bin Faysal idi. Aşağıdaki bilgilerin çoğu Mirat-ül-
Haremeyn’den alınmıştır:
Mehmed’in babası Abdülvehhab, iyi bir müslüman idi. Bu ve
Medine’deki âlimler, Abdülvehhab oğlunun sözlerinden, yeni bir yol
tutacağını anlamış, herkese, bununla konuşmamasını nasihat
etmişlerdi. Fakat, Abdülvehhab oğlu, 1738 senesinde Vehhabiliği
ilan etti. İngilizlerin siyasi ve askeri yardımları ile, Arabistan’a yayıldı.
Vehhabilere inanan Deriyye hakimi Abdülaziz bin Muhammed
bin Süud ilk olarak 1791 senesinde, Mekke emiri şerif Galib efendi
ile harp etti. Daha önce, vehhabiliği gizlice yaymışlardı. Sayısız
müslümanları öldürüp, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını almışlar
ve işkence etmişlerdi.
Abdülvehhab oğlu, Beni Temim kabilesindendir. 1699
senesinde Necd çölündeki Hureymile kasabasında, Uyeyne
köyünde doğmuş, 1791’de Deriyye’de ölmüştü. Önceleri ticaret için
Basra, Bağdat, İran, Şam ve Hind taraflarına gitmiş, çok zeki ve
bozguncu sözleri ile (Şeyh-i Necdi) adını almıştı. Dolaştığı yerlerde
çok şeyler görmüş, şef olmak düşüncesine kapılmıştı. 1713
senesinde, Basra’da tanıştığı ingiliz casusu Hempher, Abdülvehhab
oğlunun devrim yapmak arzusunda olduğunu anladı. Bununla uzun
zaman arkadaşlık yaptı. İngiliz Sömürgeler Bakanlığından aldığı hile
ve yalanları buna telkin etti. Abdülvehhab oğlunun bu telkinlerden
zevk aldığını görünce, yeni bir din kurmasını teklif etti. Bu yeni dinin
esaslarını ona bildirdi. Casus da, Abdülvehhab oğlu da aradıklarına
kavuşmuş oldular.
Yeni bir din kurmak için, önce Medine’de, sonra Şam’da,
Hanbeli âlimlerinden okudu. Necde dönünce köylüler için küçük din
kitapları yazdı. Bu kitaplara, ingiliz casusundan öğrendiklerini ve
Mutezile ve başka bid’at fırkalarından aldığı bozuk düşünceleri de
karıştırdı. Köylülerin çoğu buna tâbi oldular. İslamiyet’i içerden
yıkmak için, İngiltere’de kurulmuş olan (Sömürgeler Bakanlığı), bu
hâli, Necd şeyhi olan (Muhammed bin Süud)a bildirdi. Çok para
vererek ve siyasi, askeri yardımlar vaat ederek, Abdülvehhab oğlu
ile işbirliği yapmasını temin etti. Arabistan’da hasebe ve nesebe çok
ehemmiyet verirlerdi. Kendisi ise, cahil olduğundan, Abdülvehhab
oğlu Vehhabilik adını verdiği bu sapık inancı yaymak için,
Muhammed bin Süudu maşa olarak kullandı. Kendisine (Kadı),
Muhammed bin Süuda (Hakim) ismini taktı. Kendilerinden sonra da,
çocuklarının bu makama geçmelerini temin eden bir anayasa
yaptırdı.
Abdülvehhab oğlu, önceleri Medine’de okurken, Medine’nin
salih, temiz âlimlerinden olan babası Abdülvehhab ve kardeşi
Süleyman bin Abdülvehhab ve kendisine ders okutan hocaları,
bunun sözlerinden ve davranışlarından ve sık sık söylediği
düşüncelerinden bunun ileride İslam dinini içeriden yıkacak bir sapık
olacağını anlamışlardı. Kendisine nasihat verirler ve müslümanlara,
bundan sakınmalarını söylerlerdi. Fakat, korktukları çabuk meydana
geldi. Düşüncelerini Vehhabilik adı ile açıkça yaymaya başladı.
Cahilleri, ahmakları aldatmak için İslam âlimlerinin kitaplarına
uymayan yeniliklerle, dinde reformculukla ortaya çıktı. (Ehl-i sünnet
vel-cemaat) mezhebinde olan doğru müslümanlara kâfir diyecek
kadar taşkınlık yaptı. Peygamberimizi ve başka Peygamberleri ve
Evliyayı vesile ederek, Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların
kabirlerini ziyaret etmeye şirk dedi.
Abdülvehhab oğlunun, ingiliz casusundan öğrendiğine göre, bir
kabir başında dua ederken, meyyite karşı söyleyen, müşrik olurmuş.
Allah’tan başka bir kimse veya bir şey için, yaptı demek, mesela,
Falanca ilaçtan fayda oldu veya Peygamber efendimizi veya bir
Veliyi vasıta yaparak istediğim oldu diyen müslümanlar müşrik
olurmuş. Abdülvehhab oğlunun, bu sözlerine vesika olarak ortaya
attığı şeyler, hep yalan ve iftira ise de, cahil halk, doğruyu eğriden
ayıramadıkları için sözleri, işsizlerin, çapulcuların, bilhassa Deriyye
hakimi Muhammed bin Süud’un hoşuna gitti. Cahiller ve
vurguncular, taş yürekliler, Abdülvehhab oğlunun sözlerine hemen
yanaştılar. Doğru yolda olan halis müslümanlara kâfir dediler.
Abdülvehhab oğlu, düşüncelerini kolayca yayabilmek için,
Deriyye hakimine başvurunca, o da topraklarını genişletmek ve
kuvvetlerini arttırmak için ve Londra’dan aldığı emirleri yaymak için,
Abdülvehhab oğlu ile seve seve işbirliği yaptı. Onun fikirlerini her
tarafa yaymakta bütün gücü ile uğraştı. İnanmayıp karşı duranlarla
harp etti. Müslümanların mallarını yağma etmek, canlarına kıymak
helal denilince, çöldeki vahşiler, soyguncular, Muhammed bin
Süud’a asker olmak için yarış ettiler. Süud oğlu ile Abdülvehhab
oğlu el ele vererek, vehhabiliği kabul etmeyenlerin kâfir ve müşrik
olduklarına, kanlarını dökmek ve mallarını almak helal olduğuna
1730 senesinde karar verip, 1738 yılında vehhabiliği ilan ettiler.
Buna göre, Abdülvehhab oğlu, otuziki yaşında bozuk fikirleri
yaymaya başlamış, kırk yaşında ilan etmiştir.
Mekke-i mükerreme şafii müftüsü Esseyyid Ahmed bin Zeyni
Dahlan, El-Fütuhat-ül-islamiyye kitabının 2.cüz 228.sayfasından
başlayarak, Fitnet-ül-vehhabiyye başlığı altında bunların bozuk
inançlarını ve müslümanlara yaptıkları işkenceleri anlatmaktadır.
Bunun 234.sayfasında diyor ki:
(Mekke’deki ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini aldatmak
için, buralara kendi adamlarını gönderdiler. Bu adamlar, İslam
âlimlerine cevap veremediler. Cahil ve sapık oldukları anlaşıldı.
Kâfir olduklarını ispat eden bir karar yazılıp her tarafa
gönderildi.)
Hicaz’da bulunan dört mezhep âlimleri ve bunların arasında
Abdülvehhab oğlunun kardeşi Süleyman efendi ve kendisine ders
okutmuş olan hocaları, Abdülvehhab oğlunun kitaplarını inceleyerek,
İslam dinini yıkıcı, bozguncu yazılarına cevaplar hazırladılar, sapık
yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak, müslümanları
uyandırmaya çalıştılar. Süleyman bin Abdülvehhab’ın, kardeşine
karşı yazdığı kitabın ismi, Savaık-ul ilahiyye firreddi alelvehhabiyye’dir.
Bu kitaplar onları gafletten uyandıramadı. Müslümanlara karşı
olan düşmanlıklarını arttırdı ve Muhammed bin Süud’un
müslümanlar üzerine saldırmasına, akıtılan kanların çoğalmasına
sebep oldu. Bu adam, (Beni Hanife) kabilesinden olup, Müseylemetül
Kezzabın peygamberliğine inanmış olan ahmakların soyundan
idi. Muhammed bin Süud, 1765 senesinde ölünce, oğlu Abdülaziz
yerine geçti. Abdülaziz bin Muhammed bin Süud, 1803 senesinde,
Deriyye camiinde, bir Şii tarafından, karnına hançer sokularak
öldürüldü. Bundan sonra, oğlu Süud bin Abdülaziz vehhabilerin şefi
oldu. Arabları aldatmak, sapık inançlarını yaymak için
müslümanların kanını dökmekte, üçü de, birbiri ile yarışırcasına
çalıştılar.
[Vehhabilerin ve mal, mevki ele geçirmek için bunların arasına
karışan cahil, vahşi kimselerin, Taif’de, Mekke ve Medine’de ve
diğer yerlerdeki müslümanlara yaptıkları işkenceler ve kadınların,
çocukların barbarca öldürülmeleri, Ahmed bin Zeyni Dahlan’ın
Hulasat-ül-kelam kitabında ve Eyyub Sabri Paşanın 1879
senesinde basılmış olan Tarih-i Vehhabiyan ve Mirat-ül-
Haremeyn kitaplarında uzun yazılıdır. Yüreği dayanabilenler oradan
okuyabilirler. Bunların, Osmanlı devleti tarafından nasıl
cezalandırıldıkları ve birinci cihan harbinden sonra, ingilizlerin bol
para ve silah yardımı ile tekrar nasıl devlet kurdukları da yazılıdır.]
Abdülvehhab oğlunun bu düşüncelerini yayması, Allah’ı
tevhidde halis olmak için ve müslümanları şirkten kurtarmak için
imiş. Müslümanlar şirk üzere imişler. Yani müşriklermiş, yani puta
tapan kâfirlermiş. Müslümanların dinini tazelemek için, dinde reform
yapmak için, ortaya çıkmış. Diğer maddelerde bu sapık fikirlerini ve
cevaplarını yazacağız. Burada önsöz mahiyetinde yazıyoruz.
Bu düşüncelerine herkesi inandırmak için, Ahkaf suresinin
5.âyet-i kerimesini, Yunus suresinin 106.âyet-i kerimesini ve Rad
suresinin 14.âyet-i kerimesini vesika olarak ileri sürmüştür. Halbuki
bunlara benzeyen, daha birçok âyet-i kerimeler vardır. Bu âyet-i
kerimelerin hepsi, puta tapan kâfirleri, müşrikleri bildirmek için
gönderildiğini, tefsir âlimleri sözbirliği ile beyan buyurmuşlardır.
Abdülvehhab oğlunun düşüncelerine göre, bir müslüman,
Peygamber efendimizden veya başka Peygamberlerden yahut
Velilerden, Salihlerden birinin kabrinin yanında veya uzakta iken
bundan (istigase) etse, yani sıkıntıdan, dertten kurtulması için
yardım istese, yahut o zatın ismini söyleyerek şefaat etmesini
dilese, yahut kabrini ziyaret etmek için gitmek istese, o müslüman
müşrik olurmuş. Allahü teâlâ, Zümer suresinin üçüncü âyetinde,
puta tapan kâfirleri bildirmektedir. Peygamberleri ve Evliyayı vesile
ederek dua eden müslümanlara müşrik diyebilmek için, bu âyet-i
kerimeyi ileri sürüyorlar. Müşrikler de putların yaratıcı olmadığına,
her şeyi Allahü teâlânın yarattığına inanıyorlardı diyorlar. Hatta
Ankebut suresinin 61. ve Zuhruf suresinin 87. âyet-i kerimesinde
mealen, (Bunları kimin yarattığını, onlara sorarsan, elbette Allah
yarattı derler) buyuruldu. Allahü teâlânın da böyle buyurduğunu
söylüyorlar. Kâfirler böyle inandıkları için değil, Zümer suresinin
3.âyetinde bildirilen, (Allah’tan başkalarını dost edinenler, onlar
Allahü teâlâya şefaat ederek bizi yaklaştırırlar derler) meali
şerifini söyledikleri için kâfir ve müşrik oluyorlar, diyorlar.
Peygamberlerin, Evliyanın kabirlerinden şefaat, yardım isteyen
müslümanlar da, böyle söyleyerek müşrik oluyorlarmış.
Abdülvehhab oğlunun, bu âyet-i kerimeyi ileri sürerek,
müslümanları kâfirlere, müşriklere benzetmesi, çok çürük, ahmakça
ve gülünç bir şeydir. Çünkü, kâfirler, şefaat etmeleri için putlara
tapınıyorlar. Allahü teâlâyı bırakıp, dileklerini yalnız putlardan
istiyorlar. Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak gönderdiği
Muhammed aleyhisselama ve getirdiği İslam dinine inanmıyorlar.
Biz Müslümanlar ise, Allah’a ve Resulüne iman ediyor, getirdiği
İslam dinine inanıyoruz. Zaten buna iman ettiğimiz için müslüman
oluyoruz. İman edenler ile putlara tapan müşrikler hiç mukayese
edilebilir mi? Hiç birbirine benzetilebilir mi? Üstelik bu müşrikler,
Peygamber efendimize iman etmemekle kalmayıp, Ona ve iman
eden müslümanlara her türlü eziyeti yapmış, sayısız harpler
etmişlerdi. Biz, Peygamberlere, Evliyaya tapınmıyor, her şeyi yalnız
Allah’tan bekliyoruz. Evliyanın vasıta, vesile olmasını istiyoruz.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen en sevgili kul, en büyük
Peygamber Muhammed aleyhisselam efendimizin şefaat etmesini
istiyoruz.
Kâfirler, putlarının diledikleri gibi şefaat edeceklerine, her
dilediklerini Allah’a mutlaka yaptıracaklarına inanıyorlar. Biz
Müslümanlar ise, Allahü teâlânın, sevdiği kullarına şefaat için izin
vereceğini, sevdiklerinin şefaatlerini ve dualarını kabul edeceğini,
Kur’an-ı kerimde bildirdiği için, Kur’an-ı kerimde bildirilen bu
müjdeye inandığımız, iman ettiğimiz için, Allahü teâlânın sevgilisi
olan yüce Peygamberimizden, sevgili kulları Evliyadan şefaat ve
yardım istemekteyiz.
Kâfirlerin putlara tapınması ile, müslümanların Evliyadan yardım
istemeleri birbirine benzetilemez. Bir müslüman ile bir kâfir,
görünüşte hep insandır. İnsanlıkları birbirlerine benzemektedir.
Fakat, müslüman, Allahü teâlânın dostudur. Sonsuz Cennette
kalacaktır. Kâfir olan ise, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz
Cehennemde kalacaktır. Görünüşte birbirlerine benzemeleri, hep
aynı olacaklarına senet olamaz. Allahü teâlânın düşmanı olan
putlara, heykellere yalvaran ile, Allahü teâlânın sevgili
Peygamberine ve veli kullarına yalvaranlar, görünüşte
benzeyebilirler. Fakat, putlara yalvarmak, Cehenneme götürür.
Peygambere ve Evliyaya yalvarmak ise, Allahü teâlânın af
etmesine, merhamet etmesine sebep olur. (Allahü teâlânın sevdiği
kulları hatırlanırsa, Allahü teâlâ merhamet eder) hadis-i şerifi
meşhurdur. Bu hadis-i şerifi, aşağıda diğer maddelerde tekrar
bildireceğiz. Peygamberlere, Evliyaya yalvarınca, Allahü teâlânın
merhamet edeceğini, af buyuracağını bu hadis-i şerif de
göstermektedir.
Müslümanlar, Peygamberlerin, Evliyanın ilah, mabud, Allahü
teâlâya şerik, ortak olmadıklarına inanır. Bunların, Allahü teâlânın
aciz kulları olduklarına, ibadete, tapınmaya, yalvarmaya hakları
olmadığına inanır. Allahü teâlânın sevdiği, dualarını kabul eylediği
kulları olduğuna inanır. Maide suresi, 35.âyetinde mealen, (Bana
yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruldu. Salih kullarımın
dualarını kabul ederim, dileklerini veririm buyuruyor. Buhari’de
ve Müslim’de ve Künuz-üd-dekaık’te bulunan hadis-i şerifte, (Elbet,
Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, bir şey için yemin etse,
Allahü teâlâ, o şeyi yaratır. Onu yalancı çıkarmaz) buyuruldu.
Müslümanlar, bu âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere inandıkları
için, Peygamberi ve Evliyayı vesile yapmakta, onlardan dua ve
yardım beklemektedir.
Evet, kâfirlerin bir kısmı, putlarının, heykellerinin yaratıcı
olmadıklarını, her şeyi Allahü teâlânın yarattığını söylüyorlar ise de,
putların tapınmaya hakları vardır, onlar dilediğini yaparlar ve
Allah’a da yaptırırlar diyorlar. Putlarını Allah’a şerik, ortak
yapıyorlar. Bir kimse, dünyada başkasından yardım istese, bana
elbette yardım yapar, onun her istediği kesinlikle olur dese, bu
kimse kâfir olur. Fakat, benim işim onun istemesi ile kesinlikle
olmaz. O bir sebeptir. Allahü teâlâ sebebe yapışanları sever.
Sebeple yaratmak Onun âdetidir. Sebebe yapışmış olmak için,
bundan yardım istiyorum, dileğimi Allah’tan bekliyorum. Peygamber
efendimiz de sebeplere yapışmıştır. Sebebe yapışmakla, o yüce
Peygamberin sünnetine uymuş oluyorum diyerek birisinden yardım
isteyen kimse sevap kazanır. İşi olursa, Allahü teâlâya hamd eder.
İşi olmazsa, Allahü teâlânın kazasına, kaderine razı olur.
Kâfirlerin puta tapması, müslümanların Peygamberden,
Evliyadan dua, şefaat, yardım istemelerine benzemez. Aklı olan,
doğru düşünebilen, bu ikisini birbirine benzetmez. Birbirinden başka
olduklarını iyi anlar. Zararı ve faydayı yaratan, ancak Allahü teâlâdır.
Ondan başkasının tapınmaya hakkı yoktur. Hiçbir Peygamber, hiçbir
Veli ve hiçbir mahlûk, hiçbir şey yaratamaz. Allah’tan başka yaratıcı
yoktur. Yalnız Allahü teâlâ, Peygamberlerinin, Velilerinin, salih
kullarının, yani sevdiği kullarının isimlerini söyleyenlere, onları vesile
edenlere merhamet eder. Dilediklerini verir. Böyle olduğunu, kendisi
ve sevgili Peygamberi haber vermiştir. Bu haberlere uyarak
müslümanlar da böyle inanmaktadır.
Müşrikler, kâfirler ise, putların bir şey yaratmadığını bildikleri
halde, putları ilah ve mabud biliyorlar. Putlara tapınıyorlar. Kimisi
üluhiyyette müşrik oluyor. Kimisi de, ibadette müşrik oluyorlar.
(Putlarımız bize şefaat edecektir. Allah’a yaklaştıracaktır) dedikleri
için, müşrik olmuyorlar. Putları mabud bildikleri için, putlara
tapındıkları için müşrik oluyorlar.
Peygamber efendimiz, (Bir zaman gelecek, kâfirler için
gelmiş olan âyet-i kerimeleri, müslümanları kötülemek için
vesika olarak kullanacaklardır) buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte,
(En çok korktuğum şey, âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın
dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır)
buyurdu. Bu hadis-i şeriflerin ikisini de Abdullah bin Ömer
“radıyallahü anhüma” bildirdi. Bu iki hadis-i şerif, mezhepsizlerin,
zındıkların türeyeceklerini ve kâfirleri bildiren âyet-i kerimelerin
müslümanlar için geldiğini söyleyeceklerini, Kur’an-ı kerime iftira
edeceklerini bildirmektedir.
Müminler, Allahü teâlânın sevdiğine inandıkları kimselerin
mezarlarını ziyarete gidiyorlar. Allahü teâlânın sevdiği kullarını
vasıta, vesile ederek, Allahü teâlâya yalvarıyorlar. Peygamber
efendimiz ve Eshab-ı kiram da böyle yaparlardı. Peygamber
efendimiz, (Ya Rabbi, istediklerini vermiş olduğun kullarının
hakkı için, hürmeti için senden istiyorum) duasını okurdu. Bu
duayı Eshabına öğretir ve okumalarını emrederdi. Müminler de,
böyle dua etmektedir.
Hazret-i Ali’nin validesi olan Fatıma binti Esed vefat edince,
Resulullah kabre koydu ve (Ya Rabbi, bana annelik yapan Fatıma
binti Esedi af eyle! Peygamberinin ve benden önce gelmiş olan
Peygamberlerinin hakkı için, ona rahmetini bol eyle) diye dua
eyledi. Gözlerinin açılması için dua isteyen birisine, iki rekat namaz
kılmasını, sonra (Ya Rabbi, kullarına merhamet ederek
göndermiş olduğun Peygamberin Muhammed aleyhisselamın
hürmeti için, Onu vesile ederek, senden istiyorum. Sana
yalvarıyorum. Ya Muhammed “aleyhisselam”! Seni vesile
ederek, duamı kabul edip, dileğimi ihsan etmesi için Rabbime
yalvarıyorum. Ya Rabbi, duamın kabul olması için, o yüce
Peygamberi bana şefaatçi eyle) duasını okumasını emir buyurdu.
Âdem aleyhisselam, yasak edilen ağaçtan yiyerek, (Seylan)
yani Serendib adasına indirilince, (Ya Rabbi, oğlum Muhammed
aleyhisselam hürmetine beni af et) duasını yaptı. Allahü teâlâ da,
(Ey Âdem, Muhammed aleyhisselamı vesile ederek, yerdekiler
ve göktekiler için şefaat isteseydin, şefaatini kabul ederdim)
buyurdu.
Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas’ı beraber götürüp, onu vesile
ederek, yağmur duası yapmış, duası kabul olmuştur.
Gözlerinin açılmasını isteyen birisine, okuması emrolunan
duada, (Ya Muhammed! Seni…) demek, Evliyayı vesile ederken
ismini söyleyerek yalvarmanın caiz olduğunu göstermektedir.
Eshab-ı kiramın ve Tabi’inin hayatını bildiren kitaplar, kabir
ziyaretinin ve ismini söyleyerek şefaat istemenin ve meyyiti vesile
kılmanın meşru ve caiz olduğunu gösteren vesikalarla doludur.
İbni Hacer-i Hiytemi’nin Minhac şerhi olan Tuhfe kitabına
haşiyeleri ile meşhur Muhammed bin Süleyman şafi’i, Abdülvehhab
oğlunun bozuk ve sapık bir yolda olduğunu, âyet-i kerimelere ve
hadis-i şeriflere yanlış manalar verdiğini, vesikalarla ispat etmiştir.
Kitabında şöyle demektedir:
(Ey Abdülvehhab oğlu! Müslümanlara dil uzatma, sana Allah
rızası için nasihat ediyorum. Allah’tan başka yaratıcı olduğunu
söyleyen varsa, ona doğruyu bildir! Vesikalar göstererek onu doğru
yola çevir! Müslümanlara kâfir denilemez! Milyonlara kâfir dememek
için, bir kişiye kâfir demek daha doğru olur. Sürüden ayrılan
koyunun tehlikede olduğu muhakkaktır. Nisa suresinin (Doğru yol
gösterildikten sonra, Peygambere uymayan, imanda ve amelde
müminlerden ayrılan kimseyi, küfür ve irtidadda bırakır ve
Cehenneme atarız) mealindeki 115. âyet-i kerime, Ehl-i sünnet ve
cemaatten ayrılmış olanların halini göstermektedir.)
Kabir ziyaretinin caiz ve faydalı olduğunu bildiren hadis-i
şerifler, pek çoktur. Eshab-ı kiram ve Tabi’in-i izam, Peygamber
efendimizin mübarek türbesini ziyaret ederlerdi. Bu ziyaretin nasıl
yapılacağını ve faydalarını bildirmek için kitaplar yazılmıştır.
Bir Veliyi vesile ederek dua etmek, ismini söyleyerek ondan
yardım istemek, hiç zararlı değildir. İsmi söylenen zatın, tesir
edeceğine, istenileni elbet yapacağına, gaybları bileceğine inanmak
küfür olur. Müslümanlar böyle inanmıyor ki, kötülenebilsin.
Müslüman, Allahü teâlânın sevgili bir kulundan, yalnız vesile
olmasını, şefaat etmesini, dua etmesini ister. İstenileni yaratan
yalnız Allahü teâlâdır. Maide suresi, 27.âyetinde mealen, (Mütteki
kullarımın duasını kabul ederim) buyuruldu. Bunun için,
sevdiklerinden dua istenir. Meyyitten, istekleri vermesi değil, Allahü
teâlânın vermesine vasıta olması istenir. Vermesini istemek caiz
değildir. Müslümanlar bunu istemez. Verilmesi için vasıta olmasını
istemek caizdir. İstigase ve İstişfa ve Tevessül kelimeleri de, hep
vasıta, vesile olmayı istemek demektir.
Her şeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Bir şeyi yaratmak
için, başka bir mahlûkunu vasıta ve sebep yapması, Allahü teâlânın
âdetidir. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmasını isteyenin, o şeyin
yaratılmasına vesile olan sebebe yapışması lazımdır. Peygamberler
hep sebeplere yapışmışlardır.
Allahü teâlâ sebebe yapışmayı övmektedir. Peygamberler
sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Dünyadaki olaylar, hadiseler
de, sebebe yapışmanın lazım olduğunu göstermektedir. Bir şeye
kavuşmak için, o şeyin sebebine yapışılır. O sebebi, o şeye sebep
yapan ve insanın o sebebe yapışmasını sağlayan, o sebebe
yapıştıktan sonra, o şeyi yaratan, hep Allahü teâlâ olduğuna
inanmak lazımdır. Böyle inanan bir kimse, bu sebebe yapışmakla, o
şeye kavuştum diyebilir. Bu sözü, o şeyi sebep yarattı demek
değildir. Allahü teâlâ, o şeyi bu sebeple yarattı demektir. Mesela
(İçtiğim ilaç ağrımı kesti), (Seyyidet Nefise hazretlerine adak
yapınca, hastam iyi oldu), (Çorba beni doyurdu), (Su, hararetimi
giderdi) sözleri, bu şeylerin hep vesile ve vasıta olduklarını
göstermektedir. Bunlar gibi konuşan müslümanlar, yukarıda
bildirdiğimiz gibi inanmaktadır. Böyle inanana kâfir denemez.
Vehhabiler de, diri olandan, yanında bulunandan bir şey istemek
caizdir diyor. Birbirlerinden ve hükümet memurlarından çok şey
istiyorlar. Vermeleri için yalvarıyorlar. Uzakta olandan ve ölüden
istemek şirktir, diriden istemek şirk olmaz diyorlar. Ehl-i sünnet
âlimleri ise, birisi şirk olmayınca, öteki de şirk olmaz diyor.
Aralarında fark yoktur diyor.
Her müslüman, imanın, İslam’ın şartlarına, farzların farz
olduklarına ve haramların haram olduklarına inanmaktadır. Her
müslümanın, yaratıcı, yapıcı yalnız Allah olduğuna, Allah’tan
başkasının yaratmadığına inanmış oldukları da meydandadır.
Namaz kılmayacağım diyen bir müslümanın, şimdi veya burada
kılmayacağım veya kılmış olduğum için kılmayacağım demek
istediği anlaşılır. Ben hiç namaz kılmak istemiyorum demek istiyor
diye, kimse buna dil uzatamaz. Çünkü, söz sahibinin müslüman
olması, ona küfür, şirk damgasını vuracak dilleri kesmektedir. Kabir
ziyaret eden, meyyitten yardım, şefaat isteyen, şu işim olsun diyen
bir müslümana, küfür, şirk damgasını basmaya kimsenin hakkı
yoktur. Bu sözleri söyleyenin veya kabir ziyaret edenin, ya
Resulallah, bana şefaat et diyenin müslüman oluşu, bu sözlerinin ve
işlerinin caiz ve meşru olan imanla ve düşünce ile olduğunu
göstermektedir.
Yukarıdaki bilgiler iyi anlaşılır ve iyi düşünülürse, Abdülvehhab
oğlunun inançları ve yazıları temelinden yıkılmış ve çürütülmüş olur.
Bununla beraber, bozuk yolda olduğunu, müslümanlara iftira ettiğini
ve İslamiyet’i içten yıkmaya çalıştığını vesikalarla ispat eden çok
sayıda kitap yazılmıştır.
Zebid müftüsü Seyyid Abdurrahman, vehhabilerin bozuk yolda
olduğunu göstermek için (Arabistan’ın doğu tarafından kimseler
çıkar. Kur’an-ı kerim okurlar. Fakat, Kur’an-ı kerim
boğazlarından aşağı inmez. Ok yaydan çıktığı gibi dinden
çıkarlar. Yüzlerini kazırlar) hadis-i şerifi yetişir buyuruyor. Başı,
yanakları tıraş etmeyi, Abdülvehhab oğlunun kitapları emir
etmektedir. Diğer sapık fırkaların hiçbirisinde böyle bir emir yoktur.
Vehhabilikten önceki müslümanlar kâfirmiş!
Süud bin Abdülaziz, Mekke’ye ve Medine’ye hücum ettiği
zaman Resulullah efendimizin türbesinden başka, Eshab-ı kiramın
ve Ehl-i beytin ve Evliyanın ve Şehidlerin türbelerinin hepsini yıktılar.
Kabirleri, belirsiz hâle getirdiler. Resulullah efendimizin mübarek
türbesini de yıkmaya başladılar ise de, eline kazma alanın aklına
veya bedenine sakatlık geldiğinden bu cinayeti işleyemediler.
Medine’ye girdikleri zaman, Süud, müslümanları bir araya toplayıp,
(Vehhabilik gelmesi ile, dininiz şimdi tamam oldu. Allah sizden
razı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine
uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız!
Resulullahın türbesi önünde durup, Ona yalvarmak yasaktır.
Türbenin önünden geçerken, Esselamü âla Muhammed denir.
Ondan şefaat istenmez) gibi, müslümanları kötüleyen şeyler
söyledi.
Süud, çarşılarda, pazarlarda, sokaklarda, adamlar bağırtıp,
(Süud’un dinine giriniz! Onun geniş olan gölgesine sığınınız!)
dedirtti. Müslümanları Abdülvehhab oğlu Mehmed’in dinine sokmaya
zorladı.
Süud bin Abdülaziz, her tarafa zulüm, işkence ateşlerini
yağdırdığı sırada, Ehl-i sünnet âlimlerinden birini çağırıp,
(Peygamber mezarında diri midir? Yoksa bizim inancımıza
uygun olarak, herkes gibi ölü müdür?) deyince, (Resulullah
bizim bilmediğimiz bir hayatla diridir) cevabını aldı. Süud’un bu
suali sorması, onun cevap veremiyeceğini düşünerek, işkence ile
öldürmek içindi. (Peygamberin, kabrinde diri olduğunu, bize
göster de sana inanalım. Saçma sapan sözlerle cevap verirsen,
benim hak dinimi kabul etmemekte inatçı olduğun
anlaşılacağından, seni öldürürüm) dedi. Ehl-i sünnet âlimi,
(Dışarıdan bir şey gösterip de seni inandırmaya
çalışmayacağım. Geliniz, birlikte Medine-i münevvereye
gidelim! (Muvacehe-i saadet) penceresi önünde duralım. Ben
selam vereyim. Selamıma cevap verirse, inanırsın. Resulullah
efendimizin, Kabri saadetinde diri olduğunu, selam verenleri
işittiğini ve cevap verdiğini anlamış olursun. Selamıma cevap
verilmezse, benim yalancı olduğum anlaşılır. Bana istediğin
cezayı verebilirsin) dedi. Süud, bu sözleri işitince, Ehl-i sünnet
âlimini salıverdi. Süud, bu cevaba çok kızmıştı. Çünkü, bu işi
yapsaydı, kendi inancına göre, kendisi de kâfir, müşrik olurdu.
Şaşırıp kaldı. Çünkü, buna karşılık verebilecek bir bilgisi yoktu. Rezil
olmamak için, âlimi serbest bıraktı. Sonra, kendi adamlarından
birine, bu hocayı bulup öldüreceksin ve ölüm haberini bana hemen
bildireceksin dedi. Allahü teâlânın takdiri ile, bu vehhabi bir yoluna
getirip de, o zatı öldüremedi. Bu korkunç haber, ağızdan ağza, o
zata kadar ulaştı. Bu mücahid zat, artık Mekke’de bulunmanın doğru
olmayacağını düşünerek, başka yere hicret etti.
Süud, mücahid zatın Mekke’den çıktığını haber aldı. Arkasından
kiralık katil gönderdi. Bu katil, (Bir Ehl-i sünneti öldüreceğim, çok
sevap kazanacağım!) diyerek, gece gündüz durmadan gitti.
Mücahid zata yetişti ise de, o zat, biraz önce kendi eceli ile vefat
etmiş idi. O zatın devesini bir ağaca bağlayıp, su aramak için, bir
kuyu başına gitti. Gelince, yalnız deveyi gördü. O zatı bulamadı.
Süuda gidip olanları söyledi. Süud, (Evet, evet! Ben o zatın zikir
ve tesbih ile göklere çıkarıldığını rüyada gördüm. Nur yüzlü
kimseler, bu cenaze filan zattır. Ahir zaman Peygamberine
dürüst inandığı için, cenazesi semaya kaldırıldı dediğini işittim)
cevabını verince, (Beni böyle mübarek bir zatı öldürmek için,
gönderirsin. Allahü teâlânın ona olan ihsanını gördüğün halde,
bozuk inancını düzeltmezsin) diyerek sövüp saydı. Kendi tevbe
etti. Süud, adamının bu sözlerine kulak bile vermedi.
Süud, Medine ahalisini Mescid-i Nebiye toplayıp, Mescid
kapılarını kapatıp, kürsüye çıktığı zamanda ise şöyle demişti:
(Ey cemaat! Size nasihat vermek ve emirlerime uymanızı
tembih etmek için buraya topladım. Ey Medine ahalisi! Bugün
dininiz tamam oldu. Müslüman oldunuz. Allah’ı sevindirdiniz.
Artık babalarınızın, dedelerinizin bozuk olan dinlerine
özenmeyiniz! Allah’ın onlara rahmet etmesi için dua etmeyiniz!
Onların hepsi şirk üzere öldüler. Müşrik idiler. Allah’a nasıl
ibadet edeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi, din adamlarımıza
verdiğim kitaplarda bildirdim. Din adamlarımın bildirdiklerine
uymayanlarınız olur ise, mallarınızın ve eşyanızın,
çocuklarınızın ve kadınlarınızın, kanınızın, askerim için mubah
olduğunu biliniz! Hepinizi zincire bağlayıp, işkence yapacaklar
ve öldüreceklerdir. Peygamberin türbesi önünde, dedelerinizin
yaptığı gibi salat ve selam söylemek için saygı ile durmak,
vehhabilik dininde yasaktır. Türbe önünde durmayıp, geçip
gitmeli. Giderken yalnız, (Esselamü ala Muhammed) demelidir.
Peygambere saygı, imamımız Muhammed bin Abdülvehhab’ın
ictihadına göre bu kadar yetişir.)
Aslında birkaç satırını yazdığımız sözlerinde, bunların ne
derece sapık oldukları açıkça görülmektedir. Vehhabiler, Âdem
aleyhisselamın peygamber olduğuna inanmadıkları için ve bütün
müslümanlara müşrik yani kâfir dedikleri için, kâfir olmaktadır.
Türkiye’deki vehhabiler kendilerine selefiye demektedirler. Selefiye,
vehhabiliğin kamufle adıdır. [Selefiyecilik nedir maddesine bakınız]
Aşağıda yazacağımız inançlara sahip olanlar vehhabidir.
Vehhabilerin üç temel inancı
Abdülvehhab oğlunun Kitab-üt tevhid ve torununun buna
yaptığı Feth-ül mecid adındaki şerhde, 250’den fazla bozuk
inanışları vardır. Bunların temeli, üç meseledir.
Diyorlar ki:
1- Amel [ibadet], imanın parçasıdır, azalır çoğalır. Bir farzı
yapmayan, mesela farz olduğuna inandığı halde, tembellikle namaz
kılmayan kâfir olur. Bu öldürülür, malları vehhabilere taksim edilir.
2- Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen,
bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir
olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve
uzakta olan diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve
zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.
3- Mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak
ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak, caiz değildir. Haremeyn halkı
şimdiye kadar kubbelere, duvarlara tapındı. Sünniler ve Şiiler bunun
için müşriktir. Bunları öldürmek, mallarını yağma etmek helaldir,
kestikleri leş olur.
Diğer yanlış inançlarından bazıları:
1- Bir Mezhebe uymayı kabul etmezler.
2- (Türbelerdeki Evliyaya tevessül etmek, şirktir.
Peygamberlerin ve Evliyanın mezarlarına türbe yaptırmak, Allah’tan
başka şeylere tapınmaktır. Her türbe puthanedir. Bunların çoğu Lat
ve Uzza putları gibidir. Müslümanların çoğu müşrik oldu) derler.
3- Şefaate inanmazlar.
4- Keramete inanmazlar.
5- Tasavvufa inanmazlar. Bu konuda şöyle diyorlar:
(Tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski
yunanlılardan alınmıştır. Tasavvufcular, şirk ve küfür üzeredir.
Bunların kitapları, Ebu Cehlin hatırlarına gelmeyen şirk ile doludur.
Mürid şeyhine tapınıyor. Evliyanın mezarlarını putlaştırıyorlar.
Onlara tapınıyorlar. Mısırlıların en büyük mabudları Ahmed
Bedevidir. Muhyiddin-i Arabi, yeryüzünün en büyük kâfiridir.)
6- Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların
etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyaya
hediye etmek şirk diyorlar.
7- Resulullahı övmeye, Ondan şefaat istemeye şirk, böyle
yapan müslümanlara müşrik, yani puta tapan kâfir damgasını
basarlar. (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden dua,
şefaat istemek, ona tapınmak olur. Mescid-i nebeviye namaz kılmak
için girenin, selam vermek için, kabre gitmesi, Hücre-i saadeti
ziyaret için, uzak yerlerden gelmek yasaktır) derler.
Resulullahı metheden imam-ı Busayri’nin (Kaside-i
bürde)sinden örnek vererek: (Bu sözler Allah’tan başkasına
güvenmek, mahlûku büyültmektir. Şirktir) derler.
8- (Arş kadimdir), (Allah Arş’ın üzerinde oturur, kendisi ile
beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır) derler.
9- Sebeplere yapışmaya, vesileye, tevessüle şirk derler.
Not: Bütün bu bozuk inanç ve iddialarına diğer maddelerde
cevap verilmiştir.
İbahilik nedir?
Sual: Vehhabilik, selefilik adı altında sinsice hızla yayılıyor.
Mezhep, âlim falan tanımıyorlar. Vehhabi olmayana kâfir diyorlar.
Vehhabilikten önce ölenlerin de müşrik yani kâfir olarak öldüklerini
söylüyorlar. İslam âlimleri Vehhabilerin kâfir olduklarını bildirmiş
midir?
CEVAP
Vehhabiliği ingilizler kurdurmuştur. Vehhabilerin kâfir
olduklarına dair bir çok kitap yazılmıştır.
Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin müftisi ve reis-üluleması
ve Şafii şeyhul-hutebası idi. Birçok eserleri olup, (Hülasatül-
kelam fi beyani umerail beledil-haram), (Firreddi alelvehhabiyyeti-
etba-ı mezhebi İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üsseniyye)
kitaplarında Vehhabilerin içyüzlerini açıklamakta, yanlış
yolda, sapık olduklarını âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle
göstermektedir.
Yusüf Nebhani’nin (Şevahid-ül-hak) kitabında, ikinci
Abdülhamid hanın bahriye mirlivası [amirali] Eyyub Sabri Paşanın
(Tarihi Vehhabiyan) ve (Mirat-ül-Haremeyn) kitaplarında da iç
yüzleri yazılıdır.
İbni Abidin’in üçüncü cildinde bagileri anlatırken ve (Nimet-i
İslam) kitabının nikah bahsinde, Vehhabilerin ibahi yani dinsiz
oldukları açıkça yazılıdır.
İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
Vehhabiler, kendilerini Müslüman sayıp, vehhabilere muhalif
olanların müşrik olduğuna inanırlar. Bundan dolayı Ehl-i sünneti ve
Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. (Redd-ülmuhtar)
Nimet-i İslam kitabını her yerde bulmak mümkündür. Bu kitapta
Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenmek caiz olduğu bildirilirken
Vehhabilerle evlenmenin caiz olmadığı bildiriliyor. Şirk sebebiyle
muharremattan olanlar bahsinde bâtıniyye ile evlenmenin haram
olduğu bildirildikten sonra, 1 numaralı dipnotta deniyor ki:
(Bâtınıyye ki, onlara Talimiyye ve İsmailiyye ve İbahiyye dahi
denir. Son asırlarda onlar vehhabiyye ismini almışlardır Ve din
kisvesi içre, öteden beri dinsiz oldukları halde ehl-i dine ihanet ede
gelmişlerdir.)
Not: Nimet-i İslam kitabı, herkes tarafından en sahih ilmihal
olarak kabul edilmektedir. Mezhepsizler bile bu kitabı övmektedir.
Mezhepsizliği savunmak için (Mezhepsizlik Yaygarası) isimli kitap
yazan müteveffa Ahmet Gürtaş bile, adı geçen yaygarasında
Nimet-i İslam için “Şaheser” tabirini kullanmıştır. İbni Âbidin
hazretlerinin Redd-ül-muhtar kitabı ise en sahih, en kıymetli fıkıh
kitabıdır.
Kâfir mi, bidat sahibi mi?
Sual: Vehhabiler için, Herkese Lazım Olan İman kitabında,
bidat sahibi denirken, İslam Ahlakı kitabında ise, kâfir deniyor. Bu
fark nereden ileri geliyor?
CEVAP
Konular anlatılırken, bunların o hususlardaki bazı iddia ve
inanışları küfür oluyor, bazıları bid’at oluyor. Küfür olan inanışları
yüzünden kâfir, bid’at olan inanışları yüzünden bid’at ehli deniyor.
Mesela, (Peygamberler, kabirlerinde, namaz kılarlar) gibi hadis-i
şerifleri tevil ediyorlar, bu konularda bid’at ehli oluyorlar. (Herkese
Lazım Olan İman)
İdris, Şit ve Âdem aleyhimüsselamın peygamber olduklarını
inkâr ettikleri için ve Müslümanlara müşrik dedikleri için kâfir olurlar.
(İslam Ahlakı)
Vehhabilerin kâfir oldukları, Nimet-i İslam kitabının nikah
bahsinde de yazılıdır.
MANŞETLER
1 gün önceMANŞETLER
1 gün önceEKONOMİ
1 gün önceMANŞETLER
1 gün önceMANŞETLER
1 gün önceMANŞETLER
5 gün önceMANŞETLER
7 gün önceVeri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.